Harlow insana en çok benzeyen canlılar üzerinde sevgi ve bağlanma deneyleri yaptı. “Çaresizlik kuyusu” adını verdiği bir ortam yarattı. Bu kuyu içinde iki tane robot anne maymun bulunan, boş ve dış uyarıcı etkenlerden izole edilmiş bir odaydı. Robot annelerden birini metalden yapmış, soğuk ve sert demir teller halinde bırakmış ve süt vermesi için yapay bir meme eklemişti. Diğer anneye ise süt vermesi için meme koymamış ancak onu sıcak ve yumuşak peluştan yapmıştı. Başlangıçta yeni doğan ve gerçek annelerinden ayrılan maymunlar her iki anneyle de ilgilenmeyerek çığlık çığlığa ve çaresizlik içinde gerçek annelerini aradılar. Ancak bir süre sonra acıktılar ve metalden olan, süt veren anneye sokularak karınlarını doyurdular. Ne var ki, süt veren “soğuk anne” ile bağ kuramayacak kadar kısa sürdü bu yakınlık, çünkü uyumak için ya da sadece kucağına oturmak için “sıcak anne” olan peluştan yapılma anneye sokuldular. Sadece acıktıklarında soğuk anneye yaklaştılar ve karınlarını doyurur doyurmaz da sıcak annenin yanına giderek tüm zamanlarını orda geçirmeye başladılar. Yani çaresizlik kuyusuna bırakılan maymunlar süt veren soğuk anneye değil, yumuşak sıcak anneye yönelir. Bu yönelim insanın “bağlanma” ihtiyacının güven ile ilişkili bir olgu olduğunu gösterir. Oysa, bu deneye kadar, duygusal bağın oluşabilmesi için, açlık ve susuzluk dürtüsünün tatmin edilmesi gerektiğine inanılıyordu ve bu nedenle de çocuğun, kendisini doyuran kişiye karşı bağlılık geliştirdiği düşünülüyordu. Harlow’a göre bu beklenen bir sonuçtu, emzirme önemliydi ama anne-bebek arasında kurulan bağı açıklamak için yetersizdi. Bu bağ ancak anne ve bebeğin yakın bedensel temas kurmasıyla sağlanabilirdi, yani Harlow sevginin ve bağlanmanın tat alma duyusuyla değil dokunma duyusuyla ilgili olduğunu vurguluyordu. Deneyi çeşitlendirmeye karar veren Harlow, ortama “korku nesneleri” ekledi ve bebek maymunların tepkisini ölçtü; maymunların çok büyük bir bölümü korktuklarında sıcak anneye sarıldı. Bunun üzerine Harlow, bağlanma ihtiyacının yanında “güven” duygusunun önemine de vurgu yaptı. Zavallı yavru maymunların onları sürekli geri çeviren, korkutan ve iten sıcak anneye yine de sıkı sıkı sarıldıklarını tespit etti. Acımasız Harlow, sıcak anneye yüklediği “işkence” programıyla yavru maymunun gözüne aniden hava üfletti, su fışkırttı, demir çubuklarla yavruları yaraladı, içine yavruyu sertçe geri itecek şekilde bir yay yerleştirdi. Tüm bunlara rağmen yavru maymun sıcak annesine geri döndü; onu çaresizce sakinleştirmeye ve onun gözüne girmeye çalıştı. Yavru maymun sıcak annesinin tüm bu reddedişleri karşısında onu terk etmedi, onu bırakıp başka bir yere gitmedi ve tüm tehditleri kendisini ona zorla kabul ettirmesi için birer sinyalmiş gibi algılayıp, sessizce, korku ve ısrarla sıcak annesine sığındı. Başka bir varyasyon olarak bebek maymunları, çeşitli uyaranların olduğu 12 metrekarelik bir odaya yerleştirdi. Sıcak anneyle odada yalnız kalan maymunlar, ilk etapta korkup sıcak annenin yanından ayrılmasalar da daha sonradan etrafı keşfe çıktılar, odada tek başına bırakılan bebek maymunlar ise parmaklarını emdiler, yere kapandılar ve saldırgan davranışlar gösterdiler, ağladılar. Deney sonuçlarından biri, bebeklerin kucağa alınmaya, okşanmaya, kısacası anne sevgisini hissetmeye ve bağlanmaya ihtiyacı olduğunu gösteriyordu. Çocuğun temel ihtiyacı sevgiydi ve bunun ille de anne tarafından verilmesi gerekmiyordu. Bu sonuç eğitim görmüş, bir süre çalışma hayatında aktif rol oynamış, sonra da evlenerek kendini çocuklarına ve kocasına adamış pek çok kadının yeniden iş gücüne katılımında etkili oldu. Deneylere maruz kalan bebek maymunlar ergenliğe girdiklerinde diğer maymunlarla çiftleşmeyi reddetti ve anti-sosyal davranışlar sergilemeye başladı. Çiftleşmek bir yana dişi maymunlar erkeklere saldırdı ve ne erkek ne de dişi maymunlar hiçbir düzeyde birbirleriyle yakınlık kuramadı. Nadiren ve zorla da olsa çiftleşip doğum yapan anneler ise ya bebeklerini öldürdü ya da düzgün bir şekilde bakım sağlayamadıkları için bebekler kendiliğinden öldü. Ayrıca Harlow'un izole ettiği maymunların pek çoğu, depresyona girip kendilerini dış dünyaya kapatarak bir nevi intihara girişti. Harlow hayal kırıklığına uğramıştı çünkü o, bütün deneylerinin sonuçlarını yorumlarken hep sıcak annenin gerçek anne yerine geçeceğini varsaymıştı ama yanılmıştı… Bunun üzerine Harlow yeni bir deney yaptı. Sıcak anneyi hareket edebilen ve sallanabilen bir duruma getirdi. Bebek maymunlar sıcak anneleriyle hem yakınlık kuruyor hem de oyunlar oynayabiliyordu. Bu deneyin sonucunda Harlow, normal bir çocuk yetiştirmek için sadece temasın yetmediğini, “temas, hareket ve oyun oynama”nın bir arada olması gerektiğini tespit etti. Üstelik bu oyun süresi, deney boyunca günde yarım saat ile kısıtlanmıştı. İlerde normal birer ergen olabilmeleri için bebek maymunların günde yarım saat sıcak anneleriyle oynamaları yetmişti. Sadece temas kuran ama oyun ve hareketten mahrum kalan yavrular ise ergenliğe ulaştıklarında antisosyal davranış göstermeye devam ettiler. TANIDIK OLAN GÜVENLİDİR… Bazen insan da Harlow’un maymunlarına benzer şekilde hareket eder, en azından deneyim düzeyinde acılarının kaynağına tekrar tekrar geri döner, “cellâdına âşık olur”. Çünkü insan özünde muhafazakâr bir canlıdır. Kendisine acı ve elem verse de, rahatsız olsa da eski ve tanıdık olanı “güvenli” bulur. Onu iyileştirecek olanı yeni ve“tehlikeli” bulur, değişimden korkar. Çünkü insanlarda “ödüllendirilen davranış” devam eder. “Devamlılık arz eden davranış” da ödüllendirilir, devamlılık arz eden bir davranışın sonuçları başlangıçta öyle görünmese bile “güvenli” bir ödül olarak yaşanır. Belki de acı çekme, uzak kalma veya aşağılanma, gibi davranışlar insanın eninde sonunda sığınacağı, farkında bile olmadan tekrar edeceği “güvenli ama elem veren duyguları”, bir başkasıyla ilişki kurmasına yardımcı olan duygusal lisanı ve bağlanma sitili olabilir. YİNELEME ZORLANTISI… Freud’a göre insan geçmişte başına gelen travmatik bir tecrübe ile ilgili benzer koşulları tekrar yaratıp, tekrar yaşayarak travmanın yol açtığı etkileri gidermeyi amaçlar ve buna “yineleme zorlantısı” yani “geçmişin kendini tekrar etme zorlantısı” adını verir. “Hep aynı şeyleri yaşıyorum!”, “Hep manyaklar bana denk geliyor!”, “O da böyle yapmıştı!” gibi ifadelerle anlam bulan, “iyileşme isteği” ve “tekrarlama saplantısı” olarak bilinen yineleme zorlantısı tıpkı yenilen pehlivanın güreşe doyamaması gibi; tıpkı alkolik ve şiddet uygulayan bir babanın kızının alkolik ve şiddet uygulayan bir koca bulması veya kocasını o hale getirmesi gibi; tıpkı kendisini mutsuz edeceğini bile bile, ebeveynlerine benzer insanlarla ilişki kuran kişinin yaşadığı dram gibi çaresizlikle yaşanır. Özetle insan aslında travmanın olduğu zamanın koşullarını şimdi ve burada yaratıp, travmayı yaşadığı zamanlarda benliğinin olgun olmaması nedeniyle çözemediği bu travmayı bilinçdışı bir iyileşme arzusuyla çözmek ister. Ama travmasını çözebilmek için geçmişteki rollerin dışında yeni rollere girmesi ve farklı yöntemler denemesi gerekir. Bu şekilde travma sonucunda yaşanılan duygular çözümlenebilir, öğrenmeler değiştirilebilir. Ancak kişi yaşadıklarının ve kendine yaşattıklarının farkında olmadığından, davranış örüntülerini değiştiremez, çaresizlikle geçmişteki rolleri tekrar eder, travma çözülemediğinden de aynı durumlar, aynı roller, aynı tema ve aynı duygular tekrar tekrar gerçekleşir. Böylece kişi “travmayı yaratan koşullara benzer koşullar yaratma” işinin hakkını verir ama “davranışı değiştirmek” kısmı başaramaz ve “eskiye rağbet olsa bitpazarına nur yağardı” atasözünü doğrular… STOCKHOLM SENDROM… “Cellâdına âşık olmuşsa bir millet, ister ezan ister çan dinlet. İtiraz etmiyorsa sürü gibi illet, müstahaktır ona her türlü zillet” demiştir Ömer Hayam… Fiziksel, ekonomik, sözel, psikolojik ya da cinsel olsun birçok kadın kocasının ya da sevgilisinin şiddetine maruz kalıyor ama onu terk etmiyor. Şiddet mağduru neden şiddet uygulayan zalim ile özdeşim kurar? İnsan neden kendisini zora sokan, üzen koşulları benimser, kendini savunamaz, çırpındığı bataklıktan kendini bir türlü kurtaramaz ve bu koşulları yaratan nedenleri görmezden gelir, ezenin yanında yer alır? Peki, ama neden? “Stockholm sendromu” olarak bilinen cellâdına âşık olmanın bir öyküsü var: Stockholm’de 23 Ağustos 1973 günü bir soygun olur; soyguncu bir bankayı silahla basar ve içerdekileri rehin alır. Olayı haber alan polis hemen binayı kuşatır. Buraya kadar her şey olması gerektiği gibi “normal” olarak gelişir ama bankanın kuşatması altı güne uzayıp polis de soyguncu da taviz vermeyince rehinelerde ve olayı izleyen halkta “normal dışı tepkiler” ve huzursuzluk baş gösterir. Halk ve rehineler, soyguncuyu sevmeye, polise tepki vermeye başlar. Rehineler polisin bankayı basacağını fark edip soyguncuları uyarır. Olay “Soyguncular bankadan para çalamadılar ama bazı insanların kalbini çaldılar” biçiminde yorumlanır. Sonunda kriz, polis baskınıyla çözülür ama yaşananlar “rehinenin rehin alana, kurbanın avcıya, mahkûmun cellâdına âşık olma hali” olarak psikolojiye yeni bir terim kazandırır: Stockholm sendromu… HAYATTA KALMA VE BAĞLANMA İÇGÜDÜSÜ… Bir “zalim” yani soyguncu, bir “kurban” yani rehineler ve bir “gözlemci” yani halk olmak üzere üç rolü içinde barındıran Stockholm sendromunun ortaya çıkmasının temel nedenlerinden biri Harlow’un maymunları gibi “hayatta kalma ve bağlanma içgüdüsü”dür. Dış dünyadan tamamen soyutlanan kurban, ihtiyaçları için kendisine şiddet uygulayan, kötülük yapan zalime bağımlı olduğunu hisseder. Zalimin yaptığı küçük iyilikler kurbanın gözünde büyür, zamanla kurban kendisini zalimin yerine koyup olayları onun gözünden görmeye, yaptıklarına hak vermeye başlar. Kurban tarafından zalimin şiddet eğiliminin tamamen göz ardı edilmesi sonucunda, içinde bulunulan tehlike de reddedilir. Kurban tek olumlu ilişkisinin zalim ile kendi arasında olan ilişki ve bağlantı olduğunu düşündüğü için bu ilişkiyi de kaybetmek istemez ve dolayısıyla zalimden ayrılması da gittikçe zorlaşır. Hayati tehlikenin var olması, zalimin ara sıra arkadaşça ve yakın davranması, dış dünyadan soyutlanmışlık hissi ve bulunulan ortamdan kaçılamayacağına dair bir inancın varlığı zalimle özdeşleşmeye yatkınlık yaratır. Bu koşullar aile için şiddeti, geçmişin tekrar etme zorlantısını, iyileşmeye ve değişime karşı olan direnci de açıklar. Bu durumlarda şiddete uğramış mağdur kişi, zalimi kışkırtacak veya öfkelendirecek herhangi bir şey yapmaktan çok korkar. Onun takdirini kazanmaya çalışır ve onun tarafındaymış gibi davranır. Benzer şekilde, çeşitli şikâyetlerle terapiye gelen kişi koşullarından, duygularından, düşüncelerinden, ilişkilerinden şikâyet etse bile değişime ve iyileşmeye direnir… TRAVMATİK BAĞLANMANIN BELİRTİLERİ… Peki, herkes Stockholm sendromu yaşar mı? Ufak bir iyiliğe karşı bile çok yoğun minnet duyan, şiddeti ve şiddet tehdidini inkar eden, zalime ve kendine olan öfkesinin farkında olmayan, kötüye kullanımı önlemeye yönelik güce sahip olduğuna yönelik bir inanca sahip olan, durumdan ve zalimden ötürü kendi kendini suçlama eğilimi olan, zalimin ihtiyaçlarına karşı aşırı duyarlı olan, zalim şiddet davranışını azaltsın diye onu memnun etme çabalarına giren, dünyayı zalimin perspektifinden değerlendiren, kendine ait bakış açısını kaybeden, kendini de zalimin bakış açısıyla değerlendiren, zalimi iyi biri olarak ya da onu da kurban olarak gören, hayatta kaldığı için ve onu öldürmediği için zalime minnet duyguları besleyen bir kişide Harlow’un maymunları gibi travmatik bağlanmanın tüm belirtileri vardır ve Stockholm sendromuna girmiştir.
Devamı için: https://cemkece.com.tr/m-celladina-asik-olmak.html
Tüm hakları saklıdır © www.cemkece.com.tr
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder