8 Ağustos 2017 Salı

Psikoloji: İd Masumdur

 Zaman zaman nerede nasıl konuşmam gerektiğiyle ilgili heyecanlanabiliyorum. Olabilir, insanım sonuçta. Veya biyolojik bir açıdan baktığımda duyguları olan bir hayvan olduğumu da söyleyebilirim. Düşünüp tartıyoruz, ona göre davranışlarımız şekilleniyor tamam da hiç mi içgüdülerimizi dinlemiyoruz sanki.

 Sadece isteklerimize yön veren id’in esiri hangimiz olmadık ki? 7 ölümcül günah kavramı aslında id’in isteklerini gerçekleştirmekle alakalı biraz da. Eğer ki süper ego devreye girip de bilinçaltımızdaki kararlarımızı sınırlandırmazsa “öfke, açgözlülük, oburluk, şehvet, gurur, tembellik” ortaya çıkıyor. Çıkıyor çıkmasına da neden kendimizi her anımızda sınırlandıralım ki? Bebeklerde sadece id devrededir mesela. Bütün ihtiyaçları caregiver tarafından karşılanmak durumundadır. Yoksa bebek zaten kendini sadece ağlayarak ifade edebilmektedir. İd, ilkel yanımızdır bir bakıma. Temel ihtiyaçlarımız ve onların karşılanmasına yönelik duyulan istektir id.

 Süper ego ise “aman tadımız kaçmasın Ali Rıza Bey” kıvamında bizi sınırlandıran kavramdır. Ve bunlar bizim hiç haberimiz olmadan gerçekleşmektedir. Buzdağının görünmeyen kısmı yani. Süper ego “ay şimdi bir gören olur, bir şey derler, ben bu denileni kaldıramam; en iyisi bunu yapmayayım” diyen iç ses bir bakıma. Ben süper ego’yu sevmem mesela. Aşırı mükemmeliyetçi kişiler süper egosunun esiri olmuş olan kişilerdir. Baktığımızda enneagram sisteminde de incelemeniz mümkün ki mükemmeliyetçi kişilik yapısı biraz da obsesif kompulsif kişilik yapısı ile örtüşmektedir. Obsesif kompulsif kişilik bozukluğu demiyorum, o ikisini birbirine karıştırmayalım, birbirinden farklı durumlar zira.

 Ego ise ben, benlik anlamlarına gelir. Yani id ister, ego onu gerçekleştirir, süper ego ise nerede ne yapılması gerektiğine karar verir. Ama yetkili mercii ego’dur. Tüm isteklerini karşılayan, kendi düşüncelerine önem veren ve başkalarını kaile almayan kişilere egoist denmesinin sebebi budur. Aslında id masumdur. Sadece ister, gerçekleştiren; sadece kendine ses verip diğer her şeyi kulak arkası eden egodur. Bu durumda suçlu egodur.

 Süper egosunu dinleyen kişiler günlük hayatta karşımıza çıkan sessiz, kendi kararlarını alırken huzursuzlukları her hallerinden belli olan “bağımlı kişilik yapısı”na sahip olan kişilerdir. Çocukluklarında ebeveyn müdahalesine sıkça maruz kaldıklarından bu durumu normalleştirmeleri sonucu süper egonun önünde saygıyla eğilmeyi tercih etmektedirler. Kendi kararlarını onların çevresi belirlemekte, eğer ki çevrenin onayını alamazlarsa o taşın altına girmekten vazgeçip kendilerini evlerine kapatmaya bile kalkabilmektedirler.


 Sonuç olarak kendi içsel mekanizmamızı bilip id-ego-süper ego üçgeninde sağlıklı bir ilişki kurmayı başarabilirsek “self-actualization” yani kendimizi gerçekleştirmeye yaklaşabiliriz. Bu dengeyi kuramazsak kendimizi gerçekleştirmemiz mümkün olamayacaktır.



6 Ağustos 2017 Pazar

Psikoloji: Depresyon Günlükleri

İki yıl öncesine kadar gayet zayıf bir kadındım ben. Zayıf ve mutsuz. Özsaygısını yitirmiş, fazlasıyla incinmiş, hayattan bir beklentisi olmayan (kalmayan) bir kadın. Üstelik henüz 25 yaşındayken! Henüz mesleğimle kendimi yoğurmamış, henüz kendi derdime çare olamıyorken… 

Sonuçta psikologların da “önce insan” olduğu unutulmamalı; sanki doğaüstü varlıklarmışız gibi bizden beklentisi aşırı yüksek insanları hiç anlamıyorum zira.

Büyük bir bunalımın içerisine adım adım giriyordum. Sanki bir bataklık beni içine çekiyordu ben farkına varmadan. Hoş, ben bunalım sürecinden bahsediyorum şu an ama o düpedüz depresyondu. İçsel sebeplerden değil, aşağılanmış, örselenmiş, psikolojik manipülasyonlara maruz kalmış olmanın neticesini yaşıyordum kendi iç dünyamda. Gerçekten berbat hissediyordum kendimi.

Depresyon dendiğinde hayattan hiç zevk alamama, yeme-içmeden kesilme, uyuyamama gibi belirtiler geliyor ya hani akla ilk olarak. İşte bu belirtiler aslında “tipik depresyon” belirtileri. Bir de bunun “atipik depresyon” boyutu var ki, aşırı yemek yeme, aşırı uyuma ama yemeye de uykuya da doymama halini içinde barındırıyor. Yani psikolojik açlığı diğer fizyolojik ihtiyaçlarını aşırı doyurarak karşılamaya çalışma bozukluğu. Benim durumum tam olarak buydu. Bu duygusal çöküntüden kurtulmanın yolunun ise bu duygusal manipülasyonlara kendimi daha fazla maruz bırakıp kendimi hissizleştirmek olduğunu sanıyordum. Denedim de bunu. Sonunda duygusuz, her şeyi değersiz bir obje gibi görmeye başlayan bir robota dönüştüm. Mutlu muydum? Hayır. Eğer ki antidepresan tedavisine başlamasaydım 2 yıl önceki travmalarım uykumda benim kendi üzerime çullanıp da kendimi yastıkla boğmama bile sebep olabilirdi. Enteresan değil mi? Kendime zarar verirsem bu durumdan kurtulabileceğimi düşünüyordum. Üstelik artık iyice hissizleşmiştim. Sürekli yiyordum. Sürekli uyuyordum. Ne yemeye ne de uykuya doyuyordum. Hislerimi kaybettiğim gibi doyum algımı da yitirmiştim. Farkındalığım sadece içsel huzuruma çalışıyordu. İnsanları kullanmaya başlamıştım. Kendimi çok sevdiğimi söyleyip gittikçe kendimden soğuyordum. Beden algım bozulmaya başlamıştı. Sürekli kilo alıyordum. Kilo takıntısı olan bir annem ve babam olduğundan onlarla geçirdiğim zamanı da en aza indirmiştim. Yemeye devam ediyordum. Aldığım kilolar sinirimi bozdukça daha da yiyordum. Tüm nefretimi, öfkemi yediklerimden ve dolayısıyla kendimden çıkarırcasına… Boyuna yiyordum. Sürekli para harcıyordum. Sürekli kıyafet alıyordum. Gün aşırı. Yetmiyordu. Hiçbir şey bana haz vermiyordu. Kredi kartı limitlerimi zorluyordum. Ben harcadıkça banka, kredi kartı limitimi artırıyordu. Yemek yiyordum sürekli. Kilo aldıkça yeni kıyafet alıyordum. Borç içinde yüzdükçe daha da mutsuz oluyordum. Birden tartıya çıktığımda hayatımda hiç görmediğim bir sayı gördüm. “Hayır, ben kendimi böyle istemiyorum” dedim. Fakat durduramıyordum kendimi.

Kasım ayında başladığım antidepresan benim ruh durumumun benlik saygısı kısmını düzeltmiş ve vücudumu serotonin ile doldurmuştu, 27 yaş sendromuyla birlikte intihara olan meylim ortadan kalkmış gibiydi fakat bir eksik vardı. Beni kendime getiren bir şey olmalıydı. Ve o mucize gerçekleşti. Artık yenilenme zamanım gelmişti. Düştüğüm yerden kalkacak gücü kendimde buluyordum...





*********Devamı Gelecek*********

2 Ağustos 2017 Çarşamba

Sosyal Medyanın Önlenemez Yükselişi

Sosyal medyanın bulunduğu alan ayrı bir dünyadır aslında. İnsanlar bunu daha çok kendilerini göstermek için kullanıyorlar. Çünkü kendi dar alanlarından, çevrelerinden daha geniş kitlelere açılan bir kapı görevi görüyor sosyal mecralar. Topluluk içerisinde fark edilmeden hayatını sürdüren bir birey olmaktansa kendi özelliklerini gösterebileceği, kendini sergileyebileceği bir alan arıyor insanoğlu. Misal üniforma gerekliliği olan ortamlarda insanlar ayakkabısıyla, takısıyla – forma içinde yer almayan herhangi bir parça ile – “ben farklıyım” algısı yaratmaya çalışmakta. Çünkü çoğu kişi sıradan olup, sıradanlık içerisinde fark edilmeden yok olup gitmek istemez. Sayılı kişidir görünmez olmak isteyen; ben etliye sütlüye dokunmayayım, kimse de bana karışmasın diyen. Zaten üniforma mantığı da insanları tek tipleştirip onların üzerinde kolaylıkla hâkimiyet kurma amacıyla tasarlanmıştır. Nazi zamanlarında Almanya gelsin aklınıza. İnsanları sıradanlaştırıp, düşüncelerini de belli kalıplara sokmak amaçlanarak tek bir kişinin ve onun ekibinin liderliği söz konusu olmaktadır. İlk ve orta dereceli okullarda okuduğunuz zamanlarınız gelsin aklınıza. Hepsi aynı mantık.

Günümüzde ise artık herkes kendisini olduğu veya olmak istediği şekilde kendisini yansıtabileceği, dilediğince paylaşımlar yapıp insanların beğenilerini toplayabileceği bir platform öbeği söz konusu. Her ne kadar her şey sanal da olsa insanlar yaşarken görmedikleri ilgiyi ve sevgiyi dijital platformlarda görmeye devam ettikleri sürece sosyal medyanın önlenemez yükselişi devam edecektir. Çünkü insanlar “ben sevilmeye değerim” algısını sosyal mecralarda yaptıkları paylaşımlarda topladıkları yorum ve beğenileri birbirlerine göstererek sağlamlaştırabileceklerine inanmış durumdalar. Ne kadar doğru ne kadar yanlış tartışılır. Ama yaşadığımız dünya ne kadar bizim yaşam alanımızsa sanal dünyanın da o derece yaşadığımız alan olduğunu unutmamamız gerekir.



Nasıl ki daha önceki yıllarda Google veya yandex gibi arama motorları yerine bilmediğimiz bilgileri ansiklopedilerden araştırıp buluyorsak, günümüzde en ufak bir bilinmezi çevrimiçi arama motorlarına sorarak öğrendiğimizi unutmamalıyız.