24 Ekim 2012 Çarşamba

*Deliye Her Gün Bayram*


Bugün Bayram, Erken Kalkın Çocuklar


   Hepimizin bildiği üzere yarın bayram ve kurbanlar yasta. Çocuklar ve benim gibi öğrenciler toplayacakları paranın telaşında. Tatilciler yollarda; dolayısıyla trafik fenalarda. Memleketine gitmek isteyen gurbetçi öğrenciler 1 ay öncesinden yolculuk biletlerini aldılar, bavullarını hazırlayıp erkenden yola koyuldular. Sahi nedir bayram? Küçükken harçlık verildiği için sevilen, büyükken de tatile kaçmak için fırsat bilinen günler mi?

http://www.netkeyfim.com/wp-content/uploads/2010/05/bayram.gif   Büyüklerimizin “nerede o eski bayramlar” dediği bayramları hiç göremedim ben. Kendimi bildim bileli bayram benim için tatil anlamına geliyor. Eskiden bir heves giyinip kuşanıp aile-akraba ziyaretleri yapardık; el öpüp para toplardım. Şimdilerde ise eskisi kadar hevesli değilim bayram için süslenip püslenmeye. Bayramda ne kadar harçlık toplarsam kâr diye düşünüyorum şu anda. Malumunuz öğrencilik zor; fotokopi, kitap, telefon ve yemek masrafları ile kıyafet alışverişleri derken elimizde avucumuzda hiçbir şey kalmıyor; acil para ihtiyacımız ortaya çıkıyor.
http://2.bp.blogspot.com/_JFkj-IHYCKk/R2l_hUoVozI/AAAAAAAAA24/Qv7LBR6LYNA/s400/okuz.jpg
   Gençler için bir bunalımdır çoğu zaman bayram. Bayramları tatil olarak görüp bu öğrenciler dinlenmesin, gezip dolaşıp eğlenceli vakit geçirmesin diyerekten hemen arkasına sınav dayanan, bir sürü ödev verilen ya da arkadaşlarla görüşmek için fırsat bulmuşken bir sürü akraba ziyareti yapmak zorunda olunan günlerdir. Bayramlarda büyüklerin elleri öpülür; gidilen ziyaretlerde dayatmalara dayanamayarak baklava, börek, çörek yiyerek gereksiz kilo alınır. Her sene trafik kazalarının arttığı dönemlerdir bayramlar; dileğim bu bayram, kaza bilançosunun ağır olmaması ve insanların trafikte bilinçli hareket etmeye başlamasıdır.
   Geçtiğimiz yıllarda gazetede bulduğum bir yazıyı aktarmak istiyorum sizlere: Bugün bayram erken kalkın çocuklar"... Hep erken kalktık Barış abi, hatta kalkmaya gerek kalmadı çünkü hiç uyuyamadık... Heyecanlıydık, çocuktuk işte, yeni elbiselerin yeni ayakkabıların varlığı bile uykumuzu kaçırmaya yetebiliyordu. Onları giymek, sabah caka satmak için sabırsızlanırdık. Bayram denince bir çocuk gelir her defasında gözlerimin önüne... İnsanların ne kadar da "insan" olabileceklerini bilmeyen, insanı tanımayan bir çocuk... Hayatın ne kadar da "hayat" olabileceğini bilmeyen, hayatı tanımayan bir çocuk... Bayramlıklarını giyip uzaklardan gelecek kuzenlerini camdan hiç ayrılmadan bekleyen bir çocuk... Kuzenleri de bilmezdi insanları o zamanlar, bilmezlerdi insan olmayı... Biri insan olmadan çekip gitti, her soruluşunda "melek oldu cennete gitti" denildi onun için ve hep sorgulandı bu cennetin yeri. diğerleriyse insan olup çekip gitti... Şimdi daha iyi anlıyorum Barış abi seni, neden bayram şarkısında çocuklara yer verdiğini. Bayram çocuk için, çocuksa bayramı her yeni eklenen yaşıyla yavanlaştırmak için var... Çocuk büyümek için, bayramsa çocuğun büyüdüğünü anlaması için var... Her okuduğumda ilk defa okuyormuşçasına bir etki yaratıyor bu yazı yüreğimde.
http://www.onsuz.org/wp-content/uploads/kurban-bayrami.png   Öte yandan yüz yüze görüşemeyenler telefon aracılığıyla iletişimde bulunurlar birbirleriyle. Özellikle bayramlarda mesajlaşmak çok ilginç geliyor bana. Kişiye özel mesaj atanlara sözüm yok, onlar en azından tüm samimiyetiyle bayram kutlaması yapıyor. Ancak mesaj metninin altına eklenen ad-soyad bu bayram mesajının samimiyetine gölge düşürüyor. Hiç sevmiyorum bu toplu bayram mesajlarını ve bana atılan toplu mesajlara cevap vermiyorum, kimse kusura bakmasın.
   Bir de bayramda mesaj yoluyla kutlama ritüelinden sonra karşı tarafla iletişimi devam ettirmeye çalışan eski sevgililer vardır.Bayram seyran bahane seninle konuşmak şahane durumu diyorum ben buna. Çünkü bu, “seni özledim” demenin bir başka çeşididir. Bu sebeple, bayram günlerinde atılan mesajların bir başka özelliği de uzun zamandır görüşmediğin, kendisinden haber alamadığın ama kendisini merak ettiğin halde cesaret edip de iletişimde bulunamadığın kişilerle bayramı mazeret edip haberleşme imkânının bulunmasıdır. Önce bayram mesajı atılır, ardından hal hatır sorarak aradaki kaybedilen zaman telafi edilmeye çalışılır. Bu iletişim şeklinin insanları ne kadar tatmin edeceği ise tartışmaya son derece açık görünüyor. 
   Deliye her gün bayram diyorlar ya hani, o zaman "aklını kullan adını çıkar deliye" diyorum izninizle.
   Fazla uzatmaya gerek yok, hangi yaşta olursak olalım sevgiyi hatırlamak ve hatırlatmaktır bayram. Herkese mutlu bayramlar diliyorum.

17 Ekim 2012 Çarşamba

..Sosyal Medyanın Yanlış Yorumlanması..


   Sosyal ağlar, insanı asosyal mi yapıyor? İnsanlar artık birbirleriyle yüz yüze görüşmek yerine internet ortamında yazışmayı tercih ediyor. Sosyal medya tüm dünyayı sarmış durumda. İnsanlar artık anı olsun diye değil, birbirleriyle yarıştırmak için fotoğraf çeker oldu. Çekilen fotoğraflar ya instagramda değişikliğe uğratılarak paylaşılıyor ya da bir photoshop uygulamasından geçirildikten sonra sosyal ortamda arkadaşlara sunuluyor. İnsanlar birbirlerini fotoğraflarına beğeni sayısı, gelen yorumlar ve takipçi sayısına göre değerlendiriyor. Anlayacağınız artık fotoğraflar bir gösteriş malzemesi oldu. Fotoğraf stüdyolarının birinin camında gördüğüm bir yazıyı aktarmak istiyorum size: "Facebook için imaj fotoğrafları çekilir." Bence geleceğe yatırım yapmak isteyenler internet girişimciliğinin yanı sıra buna da el atsınlar. Ben bu işte bir ışık görüyorum.
http://sphotos-g.ak.fbcdn.net/hphotos-ak-ash4/374033_10151112509281188_1592684048_n.jpg

   Günümüzde "sosyal medya fenomeni olmak" diye bir tabir var. Artık Mevlana’nın “ya olduğun gibi görün ya da göründüğün gibi ol” sözünün etkisi pek kalmadı. Çünkü insanlar gerçek yüzlerini gizleyip olmak istedikleri gibi sunuyorlar kendilerini. Olduğu gibi görünen bir insan evladı kalmamış artık yeryüzünde. Sanki insanların duygu, düşünce ve davranışları da photoshop süzgecinden geçirilmiş gibi. Kimse kendini oynamıyor, "kim olmak istediği" veya "kim gibi davranmak istediğine" odaklanmış herkes. Gösteriş merakı insanların hırs sebebi olmuş, herkes birbiriyle yarışıyor adeta. Sanki herkes eşit değilmiş gibi, birbiri üzerinde hâkimiyet kurmaya çalışıyor. Hatta öyle ki artık aynı masada oturan insanlar sohbet ederken birbirlerinin yüzüne bakmıyor, ellerinde telefon, ya oyun oynuyorlar ya da sosyal mecralarda vakit geçirmece. Artık arkadaşlık, dostluk insanları tatmin etmiyor olsa gerek. Bu sebeple mi artık kimse konuşurken konuştuğu kişinin yüzüne bakmıyor, onun yerine telefonla ilgilenmek daha hoşlarına gidiyor. Daha da ilginç olanı ise aynı masada oturduğu halde hiç konuşmayıp birbirleriyle telefondan yazışan insanlar gördüm ben. Onları halen çözebilmiş değilim, amaçları nedir bilmiyorum.
http://www.webtasarimantalya.web.tr/images/sosyal-medya-danismanligi.jpg
   Her zaman söylediğim bir söz vardır; “her hayat ayrı bir sahne ve herkes bu sahnenin bir oyuncusudur.”  Ama artık kimse kendi hayatını yaşamıyor. Başka başka sahnelerde hep aynı oyuncular var sanki. Gün geçtikçe insanlar bu yarış içerisinde birbirlerine benzemeye başlıyorlar. Herkes birbirini geçme gayreti içerisindeyken tek tipleştiklerinin farkına varamıyorlar, yazık. En saçma bulduğum uygulama ise beni tanıyan herkesin tek seferde cevabını bulabileceği "foursquare"dir. İnsanlar gittikleri her yerde kendilerini etiketlemeyi marifet sanıyorlar, bundan zevk alıyorlar ve o etiketlenmelerden aldıkları puanlarla hırs yapıp birbirlerini geçmeye çalışıyorlar. Ben, gizlilikten yanayım. Hayatını bu kadar gözler önüne serenleri anlamakta güçlük çekiyorum, onları çok gereksiz buluyorum. Uyumadan önce " I am at bed" diye check-in yapan insanlar biliyorum ben. Ne kadar zavallıca bir davranış. Bize ne senin yatağa giriş çıkış saatinden, nerede ne yaptığını bilmek zorunda değiliz, öğrenmek de istemiyoruz. Utanmasalar "I am at WC" yazacaklar yani o derece. Bu durum, kişiliği tam olarak oluşmamış kişilerin kendini gösterme biçimi olsa gerek. Yapmayın, etmeyin; kendinizi bu kadar düşürmeyin. Bırakın merak etsin insanlar sizi...
   Günümüzde televizyon programları, diziler ve benzerleri artık insanların ilgi ve tepkisini ölçmek amacıyla sosyal medyayı kullanıyor; twitterda trend topic yapılması amacıyla verilen hashtagler bunun kanıtı. Artık her yerde dijital medya savaşları yaşanıyor. Gelişen teknolojinin olumsuz etkileri arasında insanların kitap okumamaya, tiyatroya ve sanatın çeşitli dallarına ilgi göstermemeye başlaması söylenebilir. Artık gazete ve dergi tirajları düşüşe geçti, çünkü insanlar merak ettikleri her şeyi internetten takip etme imkânına sahipler.
  Öğrenmek istenilen bilgilerin internet aracılığıyla elimizin altında bulunması hem zamandan tasarruf sağlıyor hem de bilgi erişimini kolaylaştırıyor. Kurumların yaptıklarını, kurumsal gelişimleri arada bir engel olmadan hedef kitleyle doğrudan iletişime geçerek aktarması çok güzel. Günümüz halkla ilişkiler çalışmalarının yerini "yeni halkla ilişkiler" çalışmaları aldı ki; onlar da interaktiviteye son derece önem veriyor. Zaten zamanımızın en önemli atılımı da bu. Devir teknoloji devri, bilgilere hızlıca erişme devri. Kimsenin kaybedecek vakti yok. Bu sebeple de "dijital pr" önem kazanıyor. Bunlar sosyal medyanın artıları arasında sayılabilir.
http://www.teknolojioku.com/application/static/data/news/1/1350412842_sosyal-medya-ve-geleneksel-medya-arasindaki-fark.jpgAncak...

 Tek korkum insanların okur-yazarlığının azalarak entelektüelliğin zayıflamasıdır. Ben kültür mirasının çok değerli olduğunu ve kitapların bu mirasın yapı taşı olduğu kanısındayım. Burada doğrudan sosyal medyayı suçlamamak gerekir. Çünkü cehaletin temel sebebi insanların bilinçsizliğidir. Hepimizi bilinçlenmeye davet ediyorum.

**

13 Ekim 2012 Cumartesi

..Audrey Hepburn sevdası..




   Hiç şüphesiz ki zarafet denilince akla gelen ilk isimlerdendir Audrey Hepburn. Brekfast at Tiffany’s filminde elinde sigarayla olan zarif halleri hafızalardan silinemez. Ve aynı filmden olan fotoğraf kareleri son zamanlarda her yerde karşımıza çıkar oldu. Takı, aksesuar ve ev eşyalarında sıklıkla görüyorum. Her gördüğümde de keşke hiç kimsede olmasa, yalnız bende olsa diyorum.
 O ince uzun boynu, şık kıyafetleri ve kullandığı aksesuarlar ile zarafetin başlı başına tanımıydı kendisi. Boşuna Donald Spoto'nun Audrey Hepburn ile ilgili yazdığı biyografik kitabının ismi Zarafet olmamıştır, çünkü zarafet kelimesi daha önce hiç kimseye bu kadar yakışmamıştır. Çocuksu yüzünün ona kattığı masumiyetin yanı sıra kadınsı tavırları onu kendine hem yakın hem uzak bir hanım olarak görmemizi sağlamıştır. Dar siyah diz boyu elbiseleri, uzun eldivenleri, boynuna doladığı fularlar ve süslü şapkaları ile birlikte kalın kemikli güneş gözlükleri ve trençkotlarıyla tam bir stil ikonu olmayı hak etmiştir. Audrey Hepburn sevimlilik ile seksapelitenin kusursuz kombinidir. Zarafet adlı kitabı tüm Audrey hayranlarına tavsiye ederim. Kendisinin bilinmeyen yönlerini, bunalımlarını, çocukluk anılarının hayatının geri kalanını nasıl etkilediğine dair tüm bilgileri bu kitapta bulabilirsiniz.
   Geçen gün Kadıköy’de Hepburn'ün elinde o meşhur sigarasıyla olan resminin olduğu bir deri çanta arıyorum; bir türlü istediğim gibisini bulamadım. Çoğu yer elindeki Marilyn Monroe baskılı ürünlerini bana ısrarla sunarken onlara Marilyn sevmediğimi ve Audrey istediğimi sakince anlattım. Lakin girdiğim bir mağazadaki adam ben, “Audrey Hepburn baskılı çanta var mı?” diye sorduğumda bana boş boş bakıp "bu müzik grubu falan mı" diyerek ilkokul çocuklarının hayranı olduğu One Direction grubunun çantalarını gösterince adamın yüzüne öyle acı bir bakış attım ki. Beni tanıyan her insan bu bakışımın “sen ne kadar cahil, bilgisiz bir adamsın; yazıklar olsun” anlamına geldiğini bilir… Uzun lafın kısası kızdırmayın beni; verin bana Audrey’ciğimi.
   Yakında odamın tüm duvarlarını Audrey Hepburn resimleri süsleyecek, onu gördükçe gözüm gönlüm açılacak; yaşam enerjimi onun gözlerinden alacağım. Kırmızıyı ne kadar çok sevdiğim herkesçe biliniyor, Audrey sevgimi de bilmeyenler bu yazı vesilesiyle öğrensinler. Böylelikle bana ne hediye alacakları konusunda kararsız kalanlar için ipucu vermiş oluyorum.
   




 İçimdeki Audrey sevgisine istinaden bütün yakın çevreme sesleniyorum: Bana yaş günümde Audrey Hepburn baskılı çanta, kıyafet, puf veya perde hediye edebilirsiniz; ben şimdiden söyleyeyim de işimi sağlama alayım. Düşünmenize sağlık tatlım, haydi Audrey’mi verin bana.
   Ve yazıma sevgili Audrey Hepburn’un çok değerli ve bir o kadar da anlamlı sözleri ile son vermek istiyorum: “Eğer gözlerinin güzel olmasını istiyorsan, insanlara iyilikle bak. Eğer saçların güzel olsun istiyorsan, bırak çocuklar geçirsin ellerini saçlarından. İnce bir bedense isteğin, ekmeğini açlarla bölüş. Ve güzel dudaklara sahip olmak için sadece güzel sözler söyle.“ Bu güzel sözler bile Audrey’in ne kadar naif olduğunu gösteriyor ve bu da benim ona olan sevgimi derinleştiriyor. Masal gibi bir kadınsın be Audrey, seni seviyorum.


9 Ekim 2012 Salı

Kahvemi Yudumlarken..

Sizi bilmem, ama ben karar verdim.
Su gibi duru olup hep akmaya,
Başka sular tanıyıp, çoğalmaya,
Dalgalanmaya, taşmaya...

Son günlerde çok düşünür oldum,
Zor zamanları çabuk atlatır oldum.

Yalnız mıyım insanlar içinde?
Arkadaşlarım, aşklarım içimde.
Yara aldım bundan iki yıl önce,
Hiç susmadım, şarkı söyledim günlerce 


Yazıma Şebnem Ferah'ın Artık Kısa Cümleler Kuruyorum şarkısının sözleri ile başlamayı uygun gördüm.


Sanat, zor bir icraat. Karşılaşılan tüm zorluklara rağmen yılmadan çalışmak çabalamaktır, bir aşktır sanat. Oyunculuk zor zanaat. Hiç bitmez ki oyunculuk aşkı benim içimde. Hayat zaten başlı başına bir oyun. Karşındaki kişi esniyorsa sen de esnersin elbet; ama söz konusu ben isem karşımdaki ağzını yarılıncaya kadar açarak esnesin fark etmez bana. Çünkü benim kendimi kontrol edebilme yeteneğim var. Aslında bu, hemen hemen tüm oyuncularda var.  En mutlu zamanınızda bile olsa duygusal bir sahne içerisinde salya sümük ağlayabilendir iyi oyuncu. Ve elbette gerektiği yerde içinden hıçkırabilmeli insan.
  Bir kızım var benim, henüz doğurmadığım. Bugünden yarına ben onu içimde taşıyacağım. Ben yaşadığım sürece içimde yeşerecek bir sevda bu. Konuşmak istiyorum, kelimeler düğümleniyor içimde. Bazen diyorum ki hiç konuşmayayım, hep bende kalsın bu sır. Hiç başlamadan biten bir sevda gibi yarım kaldı. Sustuklarım büyüyor içimde. O kız ki benim bütün kırılganlıklarım, umutlarım, sevgim onun içinde saklı. Bulutsuz masmavi bir gökyüzü gibi, berrak bir deniz gibi… Kapalı bir kutu içerisine koydum tüm yarım kalanları, kendimden uzakta saklıyorum. Belki de ben gittikçe kendimden uzaklaşıyorum. Sormuyorum hiç neden, nasıl, niye diye. Cevabını bildiğim soruları cevaplamaktan korkar oldum. İyi geceler denildiğinde iyi geçmeyen gecelerim var benim. Kendi kendime seviştiğim geceler, ek başıma konuştuğum sabahlarla birleşip duruyor.
  Bir kızım var benim, henüz doğurmadığım. Bugünden yarına ben onu içimde taşıyacağım. Ben yaşadığım sürece içimde yeşerecek bir sevda bu. Ben konuşmadığım sürece kimse bilmeyecek onu nerede sakladığımı. Kalabalıklar içinde nasıl yalnız dolaştığımı anlayamayacaklar. Ve bir sevgilim var henüz tanışmadığım...


  Ben bir oyuncuyum. Hayatın tekrarı yok benim bildiğim. Bugün olmadı, yarın bugünü baştan alalım diyemeyiz. Bu sebeple hayatta tuttuğunu koparanlardanım. Bazen kaç kere geleceğiz bu dünyaya diyerek düşüncelerimi paylaşırken gelecek hesaplarımı yapmaktan geri kalmıyorum. Ayağını yorganına göre uzatanlardan olmak hiçbir şey kaybettirmedi bana. Kepçe kulaklı bir gecede yıldızları seyretmeye benziyor hayatımı resmetmek.

4 Ekim 2012 Perşembe

..Bir Avuç Aşk..

 Aşk ne demek sizce?
 Aşk bir tür taktikler savaşıdır ve strateji işidir; yanlış taşı oynayan kaybeder.
 Sahi aşk var mı şu ölümlü dünyada?
 Aşk, sadece sevenler birbirine kavuşamayınca mı aşk?
 Aşk hep zoru seçer ve imkânsızı sever. Kolay olursa uğrunda mücadele edilecek bir durum yoktur çünkü. Hoşlanırsın, o da senden hoşlanınca kendini tatmin etmiş olursun, sevinirsin sonra geçer. Başka bir deyişle bu durum tam bir ego meselesi.“Ya benimsin ya kara toprağın” sözü bayağı gündemdeydi bir zamanlar. Aşkı öyle bir gurur meselesi yapmış ki bu sözü söyleyen, karşısındaki kişinin seçme özgürlüğünü elinden alarak onu uçurumun kenarına sürüklüyor yani tam “İki ucu boklu değnek” türünde bir olay. Uzun soluklu ilişkilerde aradaki aşk zamanla ya sevgiye ya da alışkanlığa dönüşüyor. Heyecanını kaybetmiş her ilişki monotonluğa mahkûmdur. “Aşk bitti, geriye ne kaldı şimdi..” derken dikkat edilmesi gereken nokta: sevgi saygı olmadığında insanın insanlığını da kaybetmiş olacağıdır, benden söylemesi.
 Eski şarkılara baktığımızda “dilerim ki mutlu ol sevgilim, ben olmasam bile hayat gülsün sana..” kaçımız bir ayrılığın ardından bizi tek eden sevgilimiz için bu sözleri söyleriz ki? Bu sebepten bu şarkının sözleri bana hiç samimi gelmiyor; sanki terk edenin yüzüne gülüp arkasından kuyusunu kazmak ister gibi. Öte yandan “söylemiştim ya dinleseydin sen arada sırada, bundan böyle olsa olsa seninle meraba meraba..” sözleri daha içten duruyor. Bunun sebebi ise basit: terk edilen kişi, terk eden kişiyi uyardığını ancak sözünü dinletemediğini belirtirken ayrılığın ardından karşılaşırsak belki selamlaşırız, çok da şart değil demeye getiriyor. Çünkü ne de olsa “yaşandı bitti saygısızca..
 Bu sıralar sıkça karşılaştığım bir durumu paylaşmak istiyorum. Bazı kişiler eski sevgililerini sosyal medyada takip ettikleri gibi onların arkadaş çevresini, yeni sevgilisini veya sevgili adaylarını da yakın markaja alıyor. Adı her ne kadar eski de olsa, bazıları için henüz eskimemiş anlaşılan. Ne olacak sanki eski sevgilinin yeni sevgilisini bulunca? Sen eskisin, o yeni; merak etme bir süre sonra o da eskir, yerine yenisi gelir; bu işler böyledir. Bir de bayramda veya doğum gününde mesaj yoluyla kutlama ritüelinden sonra karşı tarafla iletişimi devam ettirmeye çalışanlar vardır. “Bayram seyran bahane seninle konuşmak şahane” durumu diyorum ben buna. Çünkü bu, “seni özledim” demenin bir başka çeşididir.
 İnsan hep mi kaybedince anlar elindekinin kıymetini…

Sahi "sizin gezegende aşk var mı aşk" ? 

**

1 Ekim 2012 Pazartesi

İnceleme: Bir Şiir Adamına KADINCA Bakış


Sunay Akın ilk şiirini, henüz 9 yaşındayken Meteoroloji Müdürlüğü'nde çalışan bir memurun kızına yazmıştır. Yazdığı bu akrostiş şiiri evlerinin terasında bulunan odunluk kapısının iç kısmına yazmıştır. Akın, kız balkona geldiğinde bu şiiri görsün diye odunluğun kapısını açsa da bir türlü görülmesini sağlayamamıştır. Şair sıfatına ulaştıktan sonra Sunay Akın çocukluğunun geçtiği Trabzon'a gittiğinde, sert geçen bir kışta, içindeki odunlarla birlikte üstünde şiirin yazılı olduğu kapının da sökülüp yakıldığını öğrenir. Bu şekilde şairin yazdığı ilk şiir kaybolmuş ancak bir sobanın içinde kütürdeyen odunun anlatıldığı şiir olan yayınlanan ilk şiirine ilham kaynağı olmuştur. İlk şiir kitabı 1989'da "Makiler" adıyla yayınlandı. Arkadaşlarıyla birlikte 1989'da Yeni Yaprak şiir dergisini ardından, 1990 yılında da Olmaz adlı şiir dergisini çıkardı. Adını Cemal Süreyya'nın koyduğu bu kitabı "Antik Acılar, Kaza Süsü, 62 Tavşanı" izledi.
   Anlık ilhamlara dayanan ve genellikle kısa olan şiirleri, Orhan Veli'nin şiirindeki bazı özelikleri günümüzde sürdüren bir yapıya sahiptir. Ayrıca, bu tür şiirlerde genellikle rastlanmayan, yumuşak, lirik bir tonu vardır. Şiirlerinde özellikle ince yergi öğelerini kullanmadaki rahatlığı ile dikkat çeker. Cemal Süreyya'nın etkisinde sürdürdüğü şiirlerde, dil oyunlarına dayalı yoğun bir alaycılık ve şaşırtma; çocuklar ve hüzünle birlikte şairin ilgi ve duyarlılığını göstermektedir. Cemal Süreya, Sunay Akın şiirlerinde düşünce lirizminin yoğun olarak hissedildiğini öne sürmektedir. Sunay Akın, Garip’le İkinci Yeni’yi birleştiren bir tavır içinde olup rasyonel öğede de hüzün arayan bir şairdir. En belirgin özelliği şiiri düz yazıya yaklaştırarak düşüncelerini okuyucusuyla konuşur gibi yazıya dökmesidir.
   Sunay Akın'ın kelimelere yüklediği anlamdır beni kendisine çeken. Şiirin örtüsünü aralar ama kelimelere cesurca dalmaz; çünkü mütevazıdır, kimseyi kırmak istemez. Şiirlerini düz yazıya yakın biçimde yazması onun belki de daha içten görünmesinin asıl sebebidir; çünkü okuyucuyla kendisi arasına bir duvar örmez, kendini sıradanlaştırarak sade bir dille anlatır aklındakileri. Bazı kişiler Sunay Akın şiirlerinin sadeliğin doyurucu zirvesine ulaşamadığını söylemektedir. Bunun sebebi belki de şiirlerinde tıpkı Garipçiler gibi sıradan öğelerden yararlanması ve kendini uyak, redif düzeninden uzak tutmasıdır. Yüzeysellikle sadelik arasında bir geçiş özelliği taşıyan şiirlerin duru bir dille yazılmış olmasıdır şairin öne çıkan özelliği. Öte yandan, çokça okuduğum halde pek aklımda tutamadığım şiirlerin şairidir Sunay Akın ve bazı şiirleri gerçekten de yüzeysel bir görünüme sahiptir sanki zorla yazılmış gibi.
   Genelde şiirlerinin kısa olduğu dikkat çeken şairin uzun şiirlerinde uyumlu bir bütünlük sağlanamamıştır. Aslında diğer bir bakış açısına göre Sunay Akın şair olduğu için şiiri ıskalamaktadır. Radyo ve televizyon programlarıyla sıkça gündeme gelmesi ve katıldığı programlarda çok konuşması ve çarpıcı dizeler kullanarak okuyucuyu etkilemek istemesiyle öne çıkmaktadır. Bu durum onun popüler olmaktan ne kadar zevk aldığını gösterse de anlatacak bilgi birikiminin olduğu da gözlerden kaçmamalıdır. Sıra dışı olmaya çalışan ancak düşünsel temeli ile ulusal-solcu geleneğin dışına çıkamayan entelektüel erişkinliğe ulaşamamış biri gibi görülse de tipik "aydın olma hali" ile elit bir duruş sergiliyor.
   Şiir içten gelmeli, geldiğini belli etmeli yoksa ruhsuz bir yazındır, alt alta kurulan devrik cümleler ve kullanılan kafiyelerdir, şiiri şiir yapan yazının teknik niteliği değil, barındırdığı ruhtur. Sunay Akın, ne kadar yetenekli olursa olsun, kendi kendini yeterli gördüğü ya da popüler olmaktan duyduğu hazdan şiirin o doyumsuz lezzetine ulaşamamaktadır. Bu nedenle Sunay Akın bence bir şair değil, bir şiir adamı olarak değerlendirilmelidir.
   Beğenelim veya beğenmeyelim çocuk ruhunu hiç yitirmemiş bir adamdır Sunay Akın. Göztepe’deki Oyuncak Müzesi, Sunay Akın’ın düşleyip de kurduğu, içinde yüzlerce eski oyuncağın sergilendiği, dünyanın en önemli üçüncü oyuncak müzesidir.