28 Aralık 2019 Cumartesi

Psikoloji: Mobbing


Mobbing, psikolojik şiddet, taciz anlamına gelmekte ve bu davranış biçimi insanlara huzursuzluk vermektedir. Psikolojik terör, psikolojik yıldırma ile eş anlamlıdır ve birine karşı cephe alma, duygusal saldırıda bulunma anlamlarına da gelmektedir. Mobbing, iş yerinde çalışanlar tarafından ya da işveren tarafından dönem dönem gerçekleştirilen psikolojik saldırılardır ve son yılların en önemli sorunlarından biridir.

İş yerinde psikolojik şiddeti ayrıntılı bir biçimde ilk kez Alman psikolog Heinz Leymann ele almıştır. Leymann’ a göre mobbing “Her gün veya birkaç ay süre ile sistematik olarak, birinin veya bazen birkaç kişinin bir diğerine, duygusal yönden zarar verici davranışlarda bulunmasıdır”.

Sıklık ve Devamlılık
Herkes mobbing’e maruz kalabilir. Bir kişinin mobbing’e uğraması için özel ya da önemli biri olması gerekmez. Ancak çoğu zaman belirgin özellikleri olan kişiler mobbing’e maruz kalmaktadır. Mobbing’in yapılması bir süreçtir. Mobbing’çi sürekli tekrarladığı saldırılar sayesinde mağduru sağlığından edebilir.

İş yerinde kurbana karşı gerçekleştirilen kötü davranışların psikolojik terör olarak adlandırılabilmesi için en az 6 ay ve en az haftada bir kere gerçekleştirilmesi ve genelde ortalama uygulama süresinin 15 ay; sürecin kalıcı ve bazen ağır etkilerinin ortaya çıkması için de 29-46 ay geçmesi gerektiği saptanmıştır.

Güç Farklılıkları
Mobbing sürecinde mağdur sayısı ve mobbing’i uygulayan sayısı bir ya da birden fazla olabilmektedir. Heinz Leymann, mağdur olan kişi sayısının bir ve çok nadir birden fazla, mobbing’i uygulayan kişi sayısının ise bazen dört ve hatta dörtten fazla bile olabileceğini ifade etmektedir.

MOBBİNG’İN AŞAMALARI

1. Tanımlama Aşaması
Bu aşama, kişinin saygınlığına, mesleki yeterliliğine, fiziksel görünümüne ya da buna benzer özelliklerine saldırı ile başlamaktadır. Kişi bu aşama da yaşadıklarıyla beraber durumu tanımlamaya çalışır.

2. Anlaşmazlık Aşaması
Kritik bir olay sonucu durum biraz daha şiddetlenir ancak hala gerçek anlamda bir mobbing ortada bulunmamaktadır. Bu aşama sadece şiddetli bir çatışma aşamasıdır.

3. Saldırgan Eylemler Aşaması
Saldırgan eylemler aşamasıyla beraber psikolojik terör başlamış demektir. Bu davranışlar aktif saldırganlık ve pasif saldırganlık olarak ikiye ayrılmaktadır. Aktif saldırganlık çabuk fark edilmekte, kurbanı belirgin bir biçimde hedef almakta ve amacını kurbana belli etmektedir. Bu nedenle aktif saldırganlarla başa çıkmak daha kolaydır.

Ancak pasif saldırganlar zaman zaman kötü davranışlarını gizlemek için nazik davrandıklarından dolayı onlarla başa çıkmak daha zordur. Pasif saldırganlıkta amaç açıkça belli edilmez hatta saldırgan mağdura yardım ediyormuş gibi görünüp onun güvenini kazanmayı bile deneyebilir. Mağdurun böyle bir duruma düşmesi ve bunu geç fark etmesi sonucu mağdur kendini korumada sorunlar yaşayabilmektedir. Bunun yanı sıra saldırganın mağdurun yakınında olması, onun açıklarını bilmesi ve bunları ona karşı kullanması mağduru daha da kötü duruma düşürmektedir.

4. Yönetimin Katılması Aşaması
Bu aşamada mağdurun psikolojisi ve çalışma tarzı bozulduğundan dolayı diğer personel mağdur ile ilgili yönetime şikâyette bulunabilmektedir. Bunun sonucunda yönetim mağdurla konuşmadan önyargı içerisine girebilmekte ve mağdur için yapılan haksız şikâyetleri kabul edebilmektedir.
Bu aşamada yönetim, kurban ve mobbing uygulayan arasındaki olayları yanlış yorumlayıp suçu kurbanda arama ve problemi başından atma eylemine gidebilir. Böylece yönetim de, ortaya çıkan bu negatif döngüde yerini almış olur.

5. Zor ve Akıl Hastası Olarak Algılanma Aşaması
Kişinin sağlığını, düşünce yapısını bozmak için sürekli duygusal saldırı yapmak yeterlidir. Saldırılar sayesinde mağdur normal şekilde akıl yürütemez hale gelmekte, duygusallaşmakta ve anlamsız şeylerde bile anlam aramaya başlamaktadır. Bu aşama da kişiler kimseye güven duymamaktadırlar.

6. İşine Son Verme Aşaması
Bu aşama mobbing’in son safhasıdır. Bu aşamayla beraber mağdur yönetimden beklediği desteği alamamış, sağlık sorunları yaşamaya başlamıştır. İşe gelme isteği tamamen gitmiş, psikolojisi bozulmuştur. Saldırganın yüzünden iş performansı düşen mağdur ya kendi becerisinden daha alt işlerde çalıştırılmakta ya da işine son verilmektedir.

Uzman Klinik Psikolog ve Psikoterapist
U. Sezin Çelikkanat Mısırlı


**

19 Aralık 2019 Perşembe

Psikoloji: Yeme Bozuklukları


Yeme bozukluğu, kökeni duygusal sorunlara dayanan yeme davranışlarındaki bozukluklardır. Yeme bozukluğu olan kişilerin yemek ve kilo ile ilgili takıntıları vardır. Bunun yanı sıra bedenleri ve kiloları, gün içerisinde ne yedikleri, ne kadar yedikleri, aldıkları besinlerin kalori değerleri günlük düşüncelerinin önemli bir kısmını kapsar.
Yeme bozuklukları yemekle ya da kilodan çok kişinin duygusal problemlerini yemeği kullanarak dışa vurum şeklidir. Diğer bir deyişle, problemin temelinde yemek, kalori, kilo gibi kaygılardan çok daha fazlası vardır. Ancak doğru tedavi uygulanırsa kişiler iyileşebilir.
Yeme bozukluklarının tedavisi genelde oldukça zaman alır. Kişiler tedavi süresince iniş çıkışlar yaşayabilirler. Yeme bozukluğu yerleştikçe tedavisi daha zor olacağı için tedaviye ne kadar erken başlanırsa o kadar olumlu sonuç alınır.
Çocuklarda Yeme Sorunları
    Çoğu zaman çocuklarımızla mücadeleler yaşar, onlarla bebeklikten itibaren pek çok konuda çatışmaya gireriz, ister istemez. Bu çatışmalardan en belirginidir yemek üzerindeki mücadele.
     Çocuklar için yemek gelişimsel bir basamaktır. Yemek alışkanlığı çocuğun duygu durumuna, bağımsızlığına, bireyselleşmesine, motor gelişimine, ebeveynleri ile uzun dönem ilişkisine ve huyunun oluşumuna yol açar.

     Yeme sorunları çocuk 1-2 yaşlarındayken kendini göstermeye başlar. Çocuk bağımsızlığını ilan etme yolunda ilk çabasını yemek seçerek veya yemeği reddederek dile getirir. Anne telaşlanır, korkar, kızar ve hatta suçluluk duyar. Böylelikle savaş başlamıştır. Her öğünde bu tansiyon hissedilmeye, hatta gittikçe şiddetlenmeye başlar. Bir kısır döngüye giren durum çocuğun gittikçe daha az yemek yemesine yol açacaktır. Daha da önemlisi bu karşı koyma ve çatışma çocuğun diğer davranışlarına da yansıyacak; uyku düzeni, tuvalet eğitimi ve istekleri ertelemede ebeveynler güçlük yaşamaya başlayacaktır.

     Bebeklik dönemi (1 yaş) yeme davranışına bağlı problemleri üçe ayırabiliriz: anne sütünün yetersizliği ve normalin altında besleme çocuk doktorlarının müdahalesine ihtiyaç duyulacak bir durumdur. 2. problem özellikle anne sütü almayan bebeklerde rastlanan gereğinden fazla besleme sıkıntısıdır. Bu durumda annenin suçluluk duygusu ve sosyokültürel etkilerin önemli olduğu gözlenmektedir. Uzmanların önerisi ilk 6 ay anne sütü ile çoğu beslemek olmaktadır.            Diğer taraftan günlük süt veya besin miktarı da çocuk doktorlarının önerdiği seviyeyi geçmemelidir. Sonuncu olarak anneler sık sık beslenme sonrası bebeklerin çeşitli yollarla besini çıkartmasından şikâyet ederler. Bu durumda önerilen yemek öncesi ve sonrası bebeğin sakin bir ortamda olması, kucağa alınmaması, hareket halinde bırakılmaması ve öğünün gerekli miktarların üstüne çıkartılmamasıdır.

      2-3 yaşlarında yeme problemleri daha sık meydana gelmekte, anneleri etkilemektedir. Bu yaşlar çocuk için zor yaşlardır, çünkü bebek kendi özgürlüğünü kazanmaya, bireyselleşmeye çalışmakla birlikte anne ve babasından da kopmamaya uğraşır. Bu yaşlarda (özellikle 3 yaşında) bebek bedensel ihtiyaçlarının farkına varır, kaşık, çatal tutarak kendi beslenme ihtiyacını giderebilir. Anneler için bu durum pek çok açıdan zordur. Anne bebeğinin kendinden uzaklaşmasından endişe duyabilir.
Bu dönemde de 3 tür şikâyetle anneler uzmanlara başvurmaktadır:
  1. Yemek seçme
  2. Yemeyi reddetme veya ağızda bekletme
  3. Yemek esnasında ayağa kalkma dolaşma
Çocuklarımız sosyalleşmeye başladığı andan itibaren onları anaokulları, yuvalara göndeririz. 6 yaşından sonra ise artık okul çağı gelmiştir. Yeme davranışlarında sorun yaşayan ve bu davranışları artık pekiştirmiş bir çocuğun okul dönemi beslenme düzenini oturtmak da ebeveynler için güç bir durum haline gelebilmektedir. Bu nedenle anne-babalara çocuklarının küçük yaşlarından itibaren birtakım görevler düşmektedir.

Yeme Bozukluklarının Sebepleri
Şişmanlık, sosyo-kültürel baskılar, vücut hoşnutsuzluğu, mükemmeliyetçilik, diyet yapma, ergenlik dönemi ve genetik etkiler yeme bozukluklarının başlıca oluşum nedenlerindendir. Vücut hoşnutsuzluğu ve kilo kaygısı, kişiyi diyet yapmaya yönelttiği için bulimik semptomları arttırıyor. Diyet yapmak, tıkınırcasına yeme ve bulimiya başlama riskini arttırıyor. Diyet kurallarını bozma da aşırı yemeyle sonuçlanıyor.

Ergenlik döneminde genç kızlardaki yağ dokusunun artması ve erken adet görme gibi faktörler de vücut hoşnutsuzluğu ve dolayısıyla yeme patolojisi gelişmesini sağlayabiliyor. Uzmanlara göre toplumdaki bazı gruplar yeme bozukluğu gelişmesine daha yatkın. Örneğin dansçılar, modeller gibi isleri dolayısıyla zayıf olması gereken kişiler, psikiyatrik bozukluğu olanlar, ailelerinde depresyon, yeme bozukluğu ya da alkolizm görülenlerde yeme bozukluğu hastalıkları daha yüksek oranda görülüyor. Araştırmalar, bulimiklerde alkol, sigara, kafein ve ilaç kullanımının normalden daha fazla olduğunu gösteriyor. Hatta alkolikler ile bulimikler arasında geçişten söz etmek mümkün.

Uzman Klinik Psikolog & Psikoterapist
U. Sezin Çelikkanat Mısırlı


**


18 Aralık 2019 Çarşamba

Psikoloji: Mevsimsel Depresyon


Havalar soğudukça ve güneşten faydalanılan zaman azaldıkça ister istemez vücut enerjisinde bir düşüş yaşanıyor. Böyle günlerde yataktan çıkmak istemiyor, işe veya okula gitmek size zor geliyor ve halsizliğiniz, isteksizliğiniz günden güne artarak günlük işlerinizi yerine getirmenizde size zorluk çıkarıyorsa mevsimsel depresyon yaşıyor olabilirsiniz.

Mevsimsel geçişleri duygu-durum bozukluklarının en arttığı zamanlardır. Özellikle bipolar bozukluğa sahip olan bireyler için uyum süresi biraz daha zorlu geçmektedir. Gün ışığının azalmasına beynin verdiği tepki, kişilerde ruhsal değişikliklere yol açmaktadır. İnsanların uyku ve uyanıklık döngüsünde etkili olan serotonin ve melatonin hormonlarının seviyelerindeki değişimler, kişilerin ruh hallerine ve enerji düzeylerine doğrudan etki etmektedir. Günlerin kısalmaya başlamasıyla birlikte sonbahar ve kış mevsimlerinde güneş ışığından yararlandığımız sürenin azalması melatonin düzeyinde artışa ve serotonin düzeyinde azalmaya sebep oluyor. Bu durum da depresyon oluşumuna uygun zemin hazırlıyor.

Mevsimsel depresyonun belirtileri

·        İsteksizlik, yorgunluk, halsizlik
·        Mutsuzluk, umutsuzluk
·        Kaygı seviyesinde artış
·        Uyku düzeninde değişiklikler (çok veya az uyuma durumu)
·        İştah düzeyinde değişiklikler (iştah artışı ve çok yeme veya iştahsızlık ve yemek yememe)
·        Yaşama dair isteksizlik, uğraşmak istememe
·        Günlük İşlev kaybı
·        Dikkat dağınıklığı, dikkati toplamada güçlük yaşama
·        Değersizlik, sevilmeme ve suçlanma hisleri


Güneş Işığından faydalanın
Mümkün olduğunca gün ışığından faydalanmak için kendinize kısa da olsa molalar yaratın. Açık havaya çıkmak serotonin salınımınızı artıracaktır. Öğle yemeklerinizi, iş molalarınızı mümkün oldukça açık havada değerlendirin.

Hareket edin
Düzenli olarak bir spor rutininiz olmasa bile yürüyüş yaparak mevsimsel depresyona savaş açabilirsiniz. Spor yapmak, hormonlarınızı harekete geçireceğinden kendinizi daha iyi ve mutlu hissetmenize yardımcı olacaktır. Haftada en az 3 gün, günde 30 dakika yürüyüş yapmakla başlayabilirsiniz mesela.

İlgi alanlarınıza yönelin
İlgi alanlarınızın ve neleri yapmaktan keyif aldığınızın farkına varın. Kişisel sorumluluklarınız arasında kendinize zaman ayırmayı ihmal etmeyin. Bu zamanlarda zihninizi boşaltmanıza yardımcı olacak, size dinginlik verecek bir aktivite ile uğraşın. Farkındalıklarınıza yönelik olarak psikoloji atölyelerine katılabilir veya el sanatlarına yönelik faaliyetlere yönelebilirsiniz. Kendinize zaman aralıkları tanımadığınızda özellikle olumsuz duyguları daha yoğun yaşayabilirsiniz.

Beslenmenize dikkat edin
Sağlıklı beslenme, depresyonla mücadelede çok önemli bir yere sahipir. Aşırı mutsuzluk halinde serotonin salımı azaldığından en kolayından hamur işi ve şekerli gıdalara yönelme durumu artıyor. Karbonhidrat ve şekerli gıdaları fazla tüketmekten mümkün olduğunca uzak durun. Aşırı tüketimlerinde kilo alımı ve vücutta yağlanmaya sebebiyet veren bu gıdaların yarattıkları haz ve verdikleri mutluluk geçicidir. Size iyi geldiğini düşündüğünüz için sürekli olarak tükettiğiniz bu gıdalar sonucu aldığınız kilolar sizin daha mutsuz olmanıza sebep olabilir. Depresyon sürecinde yeme düzeni konusunda bir uzmandan destek almanız iyi olacaktır.

Kişisel Sınırlarınızı koruyun
Aslında hiç de istemediğiniz ve sevmediğiniz şeyleri yanlış anlaşılma, sevilmeme ve yalnız kalma kaygılarından dolayı reddetmediğinizde üzerinizde fazla bir ağırlık hissedebilirsiniz. Bu sorumluluklar sizi ilerleyen süreçlerde daha fazla yorar ve kendinizi mutsuz hissetmenize yol açar. Kişisel sınırlarınızı çizip de sizin doğru ve yanlışlarınızı bilerek ilerlediğinizde kendinize olan sevgi ve saygınızın arttığını, özgüveninizin tazalendiğini fark edeceksiniz.

Ertelemeyin
Yapmak istediğiniz şeyleri, sabah kalkmak için kurduğunuz saati, harekete geçmek için uygun zemin olduğu halde bir türlü hayata geçiremediğiniz planları uygulamayı ertelemeyin. Ertelediğiniz her şey ilerleyen zamanlarda size daha ağır bir yük olarak gelmeye başlayacaktır.

Sosyalleşin
Havanın yarattığı kasvetin sizin içsel huzurunuzu ele geçirmesine izin vermeyin. Ailenize, arkadaşlarınıza, sevdiklerinize zaman ayırın. Sağlıklı sosyal ilişkiler içinde olmanız, ruhunuzu besleyecek ve depresyona karşı güçlü bir savaşçı olarak size destek olacaktır. Hatta imkanlarınız dahilindeyse küçük bir tatil kaçamağı da yapabilirsiniz.

Uyku düzeninize dikkat edin
Uyuduğunuz ve uyandığınız saatlere, uyuduğunuz odanın sıcaklığına, ışığına, dış seslerden korunaklı olmasına dikkat edin. Cep telefonu ve televizyon ışığı uykunun kalitesini azalttığından sabah uyandığınızda kendinizi dinlenmemiş hissedebilirsiniz. Uyku sırasında salgılanan melatonin hormonu dış etkiler nedeniyle azaldığında kişide mutsuzluk ve yorgunluk hali gözleniyor. Akşamları özellikle saat 23.00 – 03.00 arası uykuda olunması melatonin hormonunun artmasına yardımcı olmaktadır.

Uzmana danışın
Bazı durumlarda içinde bulunulan durum, onun yarattığı düşünceler ve düşüncelerin beraberinde getirdiği duygularla baş etmek zor olabiliyor. Günlük hayatınıza devam ederken zorlanıyorsanız, işlev kaybınız varsa ve üstesinden gelemiyorsanız mutlaka bir uzmandan destek alın. Çünkü depresyon tedavi edilmediğinde kişinin sağlığını, aile, okul-iş hayatını ve sosyal ilişkilerini de olumsuz yönde etkilemektedir. Ve unutulmaması gerekir ki ruh ve beden sağlığı bir bütün olduğundan tedavi edilmeyen ruhsal problemler, ilerleyen zamanlarda bedensel sıkıntılara da sebebiyet verebilmektedir.


Uzman Klinik Psikolog ve Psikoterapist
U. Sezin Çelikkanat Mısırlı


**

12 Aralık 2019 Perşembe

Psikoloji Atölyesi: Farkındalık üzerine Sanat Terapisi


Kadıköy Belediyesi'ne bağlı Rasimpaşa Gönüllüevi'nde 2 aşamadan oluşan "Sanat Terapi" konulu Psikoloji atölyemizi gerçekleştirdik.


1. uygulamamızda, katılımcılarımızın duygularını ortaya çıkaran çalışma ile içsel farkındalıklarını kazandırmayı hedefledik.



2. uygulamamızda, katılımcılarımızın farkına vardıkları duyguları çizip renklendirerek rahatlamalarını sağladık.



Tüm katılımcılarımızı değerli paylaşımları ve bize verdikleri geri bildirimleri için çok teşekkür ederiz.


Daha kapsamlı ve uygulamalı Psikoloji atölyelerimiz ve uygulamalarımız 2020 Ocak ayı içerisinde başlayacaktır.



Terapi hizmetlerimizden faydalanmak, atölye çalışmalarımızla ilgili bilgi almak ve ön kayıt yaptırmak için iletişime geçebilirsiniz.

Randevu ve iletişim: 0531 282 83 97


Uzman Klinik Psikolog ve Psikoterapist
U. Sezin Çelikkanat Mısırlı


**

5 Aralık 2019 Perşembe

Psikoloji: Genelden Özele İlişkiler

İlişkiler çok geniş bir kavramdır. Gün içerisinde yaşadığımız toplumla istemesek bile belli başlı bir ilişki içindeyiz. Tanıdıklarımızla daha güvenli bir çerçeve içerisinde bir ilişkimiz var. Yakınlarımız, arkadaşlarımız, dostlarımızla biraz daha samimi bir ilişki içerisindeyiz. Uzak akrabalardan yakın olanlara doğru bir yol ilerlerken çekirdek ailemiz en samimi olduğumuz ilişki grubumuz diyebiliriz. Bu çekirdek aileyi oluşturmak için temelde iki birey bulunuyor. Sizin doğup büyüdüğünüz aile bir aile olmadan önce iki bireyin bir araya gelerek bir yuva kurma aşaması var. İşte bu iki bireyin bir araya gelmesi ve samimiyeti resmiyete dönüştürmesi bir süreçtir. İşte bu sürecin inşa aşamasını ele alacağım bu yazımda.

İlişkilerin en başında duyguların yoğun yaşanmasından sebep bazı hisler abartılarak dışa vurulur. "Birbirimiz için yaratılmışız." "Ruh ikizimsin." Bunun içerisinde yeniye duyulan ilgi ve bu durumdan olunan hoşnutluk vardır. Farklı yönlerden ziyade aynı yönlerin fazla olması dikkati çeker. Farklı olunan yönler bile "zıt kutuplar birbirini çeker" diyerek bir iyileştirme hali yaşanır. Aslında bu bir ilişki değil, olağandışı bir kaynaşmadır. bu kaynaşma sürecinde "ben"ler "biz" olabilmek pahasına yok olmaktadır. "Bir elmanın iki yarısı gibiyiz." Zaman ilerledikçe çiftler birbirlerine alışmaya başladıkça bu delilik hali biraz biraz normale dönmeye başlar. Bu noktada ise gerçekler gün yüzü gibi ortaya çıkar. Gözlerin önünden perde kalktığında aslında o hayalde yaratılan büyülü aşk senaryolarının gerçekle alakasının olmaması tokat gibi yüzüne vurur. "O, benim sandığım kişi değilmiş."

Halbuki aşk ilişkisi iki kişiyken bir olmak demek değildir. Aynı fikirlere sahip olmak değildir. Birbirinden bambaşka karakterde insanlar olup da zaman içerisinde birbirine benzemek umuduyla çıkılan bir yolculuk değildir. İlişki, ortak paydada buluşabilmektir. Evliliklerin temeli budur. Aşırı severek kendisini yok sayıp varını yoğunu eşine adamak demek değildir. Çünkü herkesin mutlaka ama mutlaka unutmaması gereken bir kişiliği ve bu kişiliğine ait kişisel sınırları vardır.

Aşk, temelde bir ilişkiyi başlatabilir elbet fakat aşkın gücü bu ilişkiyi devam ettirmeye yetmeyebilir. O "büyülü büyük aşk" bitince oradaki eksikliği yeni bir aşk arayarak çözmek/çözmeye çalışmak ve bir arayış içinde olmak mevcut ilişkinin ölüm fermanıdır ve sağlıklı bir yol değildir. Bunun sebebi aşkı aşık olunan kişiden daha fazla sevmektir. Aşk, empati ve sempatiden öte bir kaynaşma halidir. Gelişimsel olarak şehvetin yerini aşka, aşkın da yerini sevgiye bırakabileceği düşünülmüyor genellikle. Ancak her şehvet aşka, her aşk da sevgiye dönüşmüyor bildiğiniz üzere. Bu noktada asıl önemli olan, aşkın sevgiye dönüşüp dönüşmemesi. Sevgi, belki aşk gibi olağandışı bir tutkuyla yaşanmayabilir pek tabi ki; ancak insan yaşamına tutkudan daha anlamlı olabilecek güzellikler sunabilir.

İyi ilişki, eşlerin birlikte gelişmelerinin yanı sıra birer birey olarak büyüme ve olgunlaşmalarına da izin veren ilişkidir. Farklılıklarla yaşamayı öğrenememektir ilişkileri/birliktelikleri/evlilikleri bitiren. Evlilik, aynı çatı altında yaşarken bir yandan da müşterek hayat bilinci içerisinde sorumlulukları birlikte paylaşmaktır.

İlişkiye bakışı aynı olan kişiler aynı yolda ilerlerlerken tökezlediklerinde birbirlerine destek olup o yolda ilerlemeye devam ederler. Fakat farklı beklentiler ve düşüncelerle bu yola girenler ilk yol ayrımında izlerini kaybettirirler. İlişkilerin temelini sağlam oluşturabilmek için önceliğiniz açık iletişim olmalı.

Uzman Klinik Psikolog & Psikoterapist U. Sezin Çelikkanat Mısırlı


4 Aralık 2019 Çarşamba

Psikoloji: Kişisel Sınırlar



Sınırlarınız sizin kişiliğinizi belirler. Sınır kelimesi ilk başta belki sizi kısıtlıyormuş gibi hissedebilirsiniz. Bu durum oldukça normaldir. Sonuçta sınır kelimesi oldukça geniş bir kavramdır. Sınır dediğimizde en genel haliyle aklınıza dünya haritası gelebilir. Her ülkenin sınırları keskin bir şekilde çizilmiştir. Aynı şekilde harita belirli bir ölçekte düzenlenerek o ölçüye uygun sınırlar içerisinde gösterilmiştir. Somut olan sınırları göstermek ve açıklamak kolaydır fakat soyut olan sınırları çizmek fazlasıyla zor olabiliyor bazen. Kişisel sınırlarımızı belirlemek gibi. Kişisel sınırlarımız bizim özgürlük alanlarımızdır aslında. Her ne kadar sınır kelimesi bizi kısıtlıyormuş gibi hissetsek de aslında kişisel sınırlarımız sayesinde özgürleşebiliriz.

Hayatta ilk deneyimleri aile yaşantımızda elde ediyoruz. Dünyaya dair pek çok kavram da burada öğreniyoruz. Anne-baba-çocuk arasında kurulan güvenli bağ, sağlıklı bir benlik bilincinin oluşmasına ve kişinin kendini değerli, önemli hissetmesine yol açar. Benlik bilinci, sizin çevre tarafından algılanma biçiminiz, ne olduğunuz ve ne olmanız gerektiği ile ilgili düşüncelerdir. Benlik algısı ise benlik bilincini kendinize özgü değerlendirmenizdir.

Olumlu bir benlik algısı geliştirmek için öncelikle kendimizi tanımamız, kendimizi olduğu gibi kabul etmemiz, kendimizi ifade edebilmemiz, kendimizin farkında olarak sağlıklı sosyal ilişkiler kurabilmemiz gereklidir. Kişisel sınırlarımızı koruyabilmek için bir öncelik sıralaması yapmamızda fayda vardır. Kimseyi kırmayayım diyerek herkesin her teklifini kabul etmeniz veya herkesin isteğini yerine getirmeniz sizi daha sevilen, daha sosyal ve özgüvenli bir insan haline getirmez. Aksine kendinizi daha yorgun, üzgün, başkalarına bağlı/bağımlı hissetmenize neden olur. Daha çok sevilmek, sayılmak, huzur ortamında yaşamak, çatışmadan uzak kalmak uğruna gözden çıkardığınız sınırlarınız sizin hapishanenize dönüşür. “Hayır” diyemediğinizde özgür değilsinizdir. Yaşamınızın ipleri başkalarının elindedir. Hayatınızdaki herkes iplerinizden çekiştirerek oradan oraya savuruyordur sizi. Ne bir yere ulaşabiliyorsunuzdur artık ne de kim olduğunuzu ve aslında ne istediğinizi düşünecek gücünüz kalmıştır.

İdeal sınırı bulmak çok önemlidir. Sınırlar, katı kurallar ve prensipler değildir. Başkalarına ördüğünüz duvarlar da olamaz. Sizi ulaşılmaz değil, sağlıklı ve mutlu kılmak üzere işlevsel olmalıdır sınırlarınız. Birini reddederken öncelikle niyetinizden emin olun. Gerçekten yapmak istemediğiniz bir şeyi mi geri çeviriyorsunuz, birinin canını sıkmak-haddini bildirmek için mi yoksa insanları reddedebildiğinizi kendinize kanıtlamak istediğiniz için mi öyle davranıyorsunuz? Bu ayrımın farkında olmak çok işlevseldir.

Kendinize verdiğiniz sözlerde ve sınırlarınızı belirlerken çevrenizdekilere verdiğiniz cevaplarda tutarlı olmak çok önemlidir. Bir gün kesinlikle karşı çıktığınız bir kararı ertesi gün güle oynaya kabul ediyorsanız davranışlarınızdaki çelişki önce kendinize olan inancınızı daha sonra ise sosyal ilişkilerinizdeki tutarlı imajınızı zedeleyebilir. Bu nedenle sınırlara sahip çıkma arzunuzu irade gücünüzle taçlandırmanızda fayda olacaktır. İkna edilebilir olmanız, sizin sınırlarınıza sahip çıkamadığınızı gösterir.

“Özgürlük”, sınırsız olmak demek değildir;  tam tersine net ve güçlü sınırlara sahip olabilmenizle ilgilidir. Yani gerçekten evet demek istemediğiniz durumlara “hayır” diyebildiğiniz ölçüde özgürlük alanınıza sahip çıkarsınız. Özgürlük ve özgüven, sadece yaşam kalitenizi yükseltmez, özel ilişkilerinizden sosyal ilişkilerinize, iş hayatınızdan ev hayatınıza kadar bütün alanlarda kendinizle ilgili çatışmalarınızı ve çekişmelerinizi onarır. Çünkü insan başkasıyla çatışırken bile aslında sadece kendisiyle kavga ediyordur. Değersizlik hissiyle baş edebilmenin temel yollarından biri dışarıdan gelecek hiçbir onayın beklentisi içine düşmemektir.

Fazla beklenti, kişiyi mutsuzluğa iten temel sebeptir. Bu durum her yerde; iş hayatında da ikili ilişkilerde de sosyal yaşantıda da geçerlidir. İyi ya da kötü, doğru ya da yanlış iradenizle ve özgüveninizle kendi kararlarınızı alabiliyor olmanız çok değerlidir. Özgüven ve irade, varlık ve benlik sınırlarının korunması, sağlıklı bir insan psikolojisi ve kaliteli bir yaşamın sürekliliği açısından üzerinde çalışılması gereken iki değerli faktördür.

Bu nedenle sınırlarınızı bilmek, sizi özgürleştirir. İnsanları reddetmek sizi sevilmeyen, istenmeyen birisi haline getirmez. Tam tersi kendini bilen, önceliklerini doğru sıralamış, prensipli ve tutarlı biri olduğunuzu gösterir ve sizi görünmeyen ama sizi yıpratan fazla yüklerinizden kurtarır.



Uzman Klinik Psikolog & Psikoterapist U. Sezin Çelikkanat Mısırlı


**

3 Aralık 2019 Salı

Psikoloji: Psikolog Seçimi

Danışanların psikoloğa giderken en zorlandıkları konulardan birisidir psikolog seçimi. Günümüzde psikologların herhangi bir meslek yasası olmadığından kural ihlallerine oldukça açık hale gelmesi işini iyi yapan psikologları üzdüğü ve sinirlendirdiği kadar danışanları da şüpheye düşürüyor.


Öncelikle gittiğiniz veya gitmeyi düşündüğünüz psikoloğun diplomasını görme hakkınız olduğunu asla unutmayın! Herhangi bir gizleyeceği durumu olmayan psikologlar diplomalarını zaten herkesin görebileceği bir yere koymaktadır. Burada önemli olan nokta üniversite lisans diplomasının branşının mutlaka ama mutlaka psikoloji olmasıdır. Çünkü felsefe grubu mezunları (sosyoloji ve felsefe), işletme, iktisat, ekonomi mezunları yani mezun olunan lisans bölümü ayırt etmeksizin aldığı bir psikoloji eğitimi veya temeli olmadan yani lisans bölümü psikoloji olmadan yüksek lisans ve/veya doktora eğitimini psikoloji üzerine alıp mesleği kötüye kullanan insanların sayısı oldukça fazla ne yazık ki. Bu durumda öncelikli olarak gitmeyi düşündüğünüz uzmanın lisans bölümünü öğrenmek çok önemlidir.



Lisans derecesi psikoloji olan bir kişi sadece psikolog etiketine sahiptir. Terapi eğitimlerini almış, süpervizyonlarını tamamlamış ve belli bir deneyime ulaşmış olan kişi Terapist ünvanını da kazanıyor. "Terapist" ve "Psikoterapist" olan kişilerin hem psikoloji lisansını hem de belli bir alanda terapi eğitimini alıp üzerine kendini geliştirmiş olması gerekmektedir. Terapi eğitimi almamış ve bu süreçleri tamamlamamış olan kişi terapi yapamaz ve terapist olamaz.



Yüksek lisans yapmayan bir psikolog "Uzman Psikolog" olamaz. "Klinik Psikoloji" haricinde psikolojinin diğer alanlarında yüksek lisans yapmış olan bir kişi de "Klinik Psikolog" olmuyor. Yani Klinik Psikolog olmak için önce Psikoloji lisansı, ardından da Klinik Psikoloji yüksek lisansı yapmış olması gerekiyor. Terapi eğitimi veya eğitimlerini de alıp süpervizyonlarını tamamlamışsa "Uzman Klinik Psikolog ve Psikoterapist" olabilir. Klinik Psikoloji haricindeki psikoloji yüksek lisans programlarından birini yapan kişi ise "Uzman Psikolog" sıfatına sahip oluyor.



Buraya kadar sadece eğitim kısmına odaklanarak anlattım.Bundan sonraki aşama ise Psikoloğun çalıştığı alanların incelenmesi. Yani siz hangi ihtiyacınız için bu psikoloğa gitmek istiyorsunuz? Ve bu alan, psikoloğun çalışma alanlarından biri midir? Bunu araştırmak için günümüz teknoloji ve dijital çağında google'a yazdığınızda araştırdığınız kişinin bilgilerine kolaylıkla ulaşabilirsiniz. tavsiyeediyorum.com  doktortakvimi.com  doktorsitesi.com araştırma yapabileceğiniz sayfalardan sadece birkaçı. 



Gerçekten fayda sağlamak için kendisini yaşam koçu, danışman, bioenejist, nlp uzmanı olarak tanıtan kişilerden olabildiğince uzak durun ve kalıcı&etkili sonuçlar alarak iyileşme sürecinizi görebilmeniz için bilimin ışığından uzaklaşmayan "Uzman Klinik Psikolog"ları tercih edin.



Uzman Klinik Psikolog & Psikoterapist U. Sezin Çelikkanat Mısırlı



**