27 Aralık 2017 Çarşamba

Psikoloji: Bağlanma Korkusu

0-2 yaş arası bebeklik çağında ebeveyn/caregiver - bebek arasındaki ilişki ilerleyen dönemlerde kişinin bağlanma/bağımlılık düzeyine etki etmektedir.
Bakıcı kişiden (caregiver)  güvenli bağlanma ve koşulsuz sevgiyi alan kişilerde bağlanma veya bağımlılık açısından ilerleyen yaşlarda herhangi bir sorun olmadığı belirtilmektedir. Bu yaşlardaki sevgi göstergesi biraz şefkat biraz da beslenme olarak karşı tarafa aksettirilmektedir. Fizyolojik ve emosyonel beslenme dediğimiz bu durumların aşırı doyurulması da yetersiz doyurulması da kişinin yetişkinlik çağında çevresindeki her şeyle (kişilerle, nesnelerle) kurduğu ilişkilere yansımaktadır. Özellikle tutarsız sevgi göstergesine maruz kalan çocukların ilerleyen yaşlarda borderline eğilim göstermeleri mümkündür. Bu noktada anne-kız ilişkisi mühimdir. Öte yandan bağlanma-fobi de bu şekilde gelişim göstermektedir.
Bu yaş aralığında oral fiksasyon önemli bir bulgudur. Yeterince doyurulmamış bebeklerde ilerleyen yaşlarda çeşitli bağımlılıklar (özellikle alkol ve sigara) görülmesi kuvvetle muhtemeldir. Çünkü 0-2 yaş aralığındaki bireyin haz kaynağı ağızdır. Bebekler her şeyi ağızlarına alarak tanımaya ve kendilerince yorumlamaya (anlamlandırmaya) çalışırlar. Melanie Klein’ın iyi meme-kötü meme kavramları bunu örnekler niteliktedir. Bu kavramlar çerçevesinde besinsel değeri yüksek olan ve yeterince doymasına yardımcı olan iyi meme, yetersiz ve eksik olan ise kötü meme şeklinde nitelendirilmektedir. Ve (meme)den yeterli besin alamamış bebekler ilerleyen yaşlarda buradaki eksikliği başka yollarla doyurma eğilimini gösterebilirler. Çünkü yeterli doyuma ulaşmayan veya aşırı doyum alan bireyler oral evrede saplanırlar. Her şeyin azının zararlı olması gibi fazlası da bireye zarar vermektedir. Oradan alınan hazzın devamlılığı istenmekte ve sürekliliğin hiç bitmemesine yönelik bir talep olmaktadır. Bu Oral evredeki saplanmaya oral fiksasyon adı verilmiştir. Bu durum gelecek yaşamda kişinin oburluğuna, argo ve küfürlü konuşmaya (küfürbazlık), sigara tiryakiliğine, alkol ve uyuşturucu bağımlılığına eğilimini artırdığı gibi aradığı hazzı karşılayamayacağı düşüncesiyle öğrenilmiş çaresizliğin ardına saklanma, bağlanma korkusu gibi durumları da beraberinde getirir.
Bazı durumlarda ise bağlanma korkusu öğrenme ile pekişen bir durumdur. Bir çeşit savunma mekanizması işlevi görmektedir. Uzun süre kendini kendinden olmayan her şeye kapayan insanlarda kalıcı bir kişilik bozukluğuna ek olarak bağlanma korkusu gelişmektedir. Özellikle obsesif kişilik yapısına sahip olan kişilerde bağlanma problemlerine oldukça sık rastlanmaktadır. Obsesyonlar kişinin kendisini korumaya yönelik davranışlar sergilemesine yöneliktir.

Bu kişilerin şu davranışları özellikle dikkat çeker:
·        Başkalarının onları kötü hatırlamasını istemediklerinden dolayı kabalaşırlarken bile çok kibar olabilirler.
·        Kendilerinin mükemmel olmalarına dikkat ederler. Bu sebeple içten içe kendilerine karşı mükemmeliyetçi ve acımasızdırlar. Öte yandan başka insanların hata yapmalarını normal görürler. Fakat onlara göre kendileri kesinlikle hata yapmamalıdır.
·        Genel olarak yalnız uyumayı severler.
·        Onların özgürlük alanlarına yaklaşılmasını tercih etmezler. Sınırları vardır.
·        Hayatlarına kalıcı kişileri almaktansa yüzeysel ilişkiler kurmayı tercih ederler. Onların izin verdiği ölçüde onlarla yakınlık kurulabilir.
·        Karşı cinsle olan ilişkileri genelde fiziksel ve fazla yüzeyseldir. Duygusal bağ kurmazlar
·        Seviştikten hemen sonra bütün kanıtları ortadan kaldırırlar. Çarşaf/havlu gibi malzemeleri apar topar çamaşır makinesine atıp makineyi hemen çalıştırırlar. Aşırı eğilim sergileyen kişilerin bu malzemeleri çöpe atıp çöp torbasını da dışarıdaki çöp konteynerine attığı gözlemlenmiştir.
·        Hatırlatıcılardan daima uzak dururlar. (Bir önceki madde bu durumu açıklar niteliktedir.)
·        Hayatına giren kişileri kendi isteklerine göre kullanma eğiliminde olurlar. Daima her şeyi onların öncelikleri çerçevesinde şekillendirmek isterler.
·        A-B-C planları yapıp bir sonraki adımı hesaplama gayreti içindedirler. Planları yolunda gitmediğinde sersemlerler ve panik eğilimi içerisinde olabilirler.
·        Kafalarının net olmasını isterler. Siyah veya beyaz vardır hayatlarında, griye yer yoktur.
·        Duygusal bir şeyler hissetmeye başladıkları anda kendi kabuklarına çekilip bu hissiyatları geçinceye kadar münzevi bir hayat yaşamaya çabalarlar.
·        Hayatlarında kalıcı olacak hiçbir şeye tahammülleri yoktur.
·        Bazı şeyleri düzeltmektense doğrudan onlardan uzaklaşmayı veya kurtulmayı tercih ederler.
·        Oldukça manipülatif olup çevrelerindeki kişilere duygusal istismarda bulunurlar.


Bu kişilerin yaklaşık 1 sene boyunca bilişsel davranışçı terapi desteği alması gerekmektedir. Çözülmemiş yas süreci, anksiyete, obsesyon, travma sonrası stres bozukluğu tedavi yöntemlerini de içine alan bir süreçten geçirilerek eklektik bir yöntemle komorbit hali çözümlemek mümkündür.

Sezin Çelikkanat Yotube Kanalı açılmıştır!!!

8 Ağustos 2017 Salı

Psikoloji: İd Masumdur

 Zaman zaman nerede nasıl konuşmam gerektiğiyle ilgili heyecanlanabiliyorum. Olabilir, insanım sonuçta. Veya biyolojik bir açıdan baktığımda duyguları olan bir hayvan olduğumu da söyleyebilirim. Düşünüp tartıyoruz, ona göre davranışlarımız şekilleniyor tamam da hiç mi içgüdülerimizi dinlemiyoruz sanki.

 Sadece isteklerimize yön veren id’in esiri hangimiz olmadık ki? 7 ölümcül günah kavramı aslında id’in isteklerini gerçekleştirmekle alakalı biraz da. Eğer ki süper ego devreye girip de bilinçaltımızdaki kararlarımızı sınırlandırmazsa “öfke, açgözlülük, oburluk, şehvet, gurur, tembellik” ortaya çıkıyor. Çıkıyor çıkmasına da neden kendimizi her anımızda sınırlandıralım ki? Bebeklerde sadece id devrededir mesela. Bütün ihtiyaçları caregiver tarafından karşılanmak durumundadır. Yoksa bebek zaten kendini sadece ağlayarak ifade edebilmektedir. İd, ilkel yanımızdır bir bakıma. Temel ihtiyaçlarımız ve onların karşılanmasına yönelik duyulan istektir id.

 Süper ego ise “aman tadımız kaçmasın Ali Rıza Bey” kıvamında bizi sınırlandıran kavramdır. Ve bunlar bizim hiç haberimiz olmadan gerçekleşmektedir. Buzdağının görünmeyen kısmı yani. Süper ego “ay şimdi bir gören olur, bir şey derler, ben bu denileni kaldıramam; en iyisi bunu yapmayayım” diyen iç ses bir bakıma. Ben süper ego’yu sevmem mesela. Aşırı mükemmeliyetçi kişiler süper egosunun esiri olmuş olan kişilerdir. Baktığımızda enneagram sisteminde de incelemeniz mümkün ki mükemmeliyetçi kişilik yapısı biraz da obsesif kompulsif kişilik yapısı ile örtüşmektedir. Obsesif kompulsif kişilik bozukluğu demiyorum, o ikisini birbirine karıştırmayalım, birbirinden farklı durumlar zira.

 Ego ise ben, benlik anlamlarına gelir. Yani id ister, ego onu gerçekleştirir, süper ego ise nerede ne yapılması gerektiğine karar verir. Ama yetkili mercii ego’dur. Tüm isteklerini karşılayan, kendi düşüncelerine önem veren ve başkalarını kaile almayan kişilere egoist denmesinin sebebi budur. Aslında id masumdur. Sadece ister, gerçekleştiren; sadece kendine ses verip diğer her şeyi kulak arkası eden egodur. Bu durumda suçlu egodur.

 Süper egosunu dinleyen kişiler günlük hayatta karşımıza çıkan sessiz, kendi kararlarını alırken huzursuzlukları her hallerinden belli olan “bağımlı kişilik yapısı”na sahip olan kişilerdir. Çocukluklarında ebeveyn müdahalesine sıkça maruz kaldıklarından bu durumu normalleştirmeleri sonucu süper egonun önünde saygıyla eğilmeyi tercih etmektedirler. Kendi kararlarını onların çevresi belirlemekte, eğer ki çevrenin onayını alamazlarsa o taşın altına girmekten vazgeçip kendilerini evlerine kapatmaya bile kalkabilmektedirler.


 Sonuç olarak kendi içsel mekanizmamızı bilip id-ego-süper ego üçgeninde sağlıklı bir ilişki kurmayı başarabilirsek “self-actualization” yani kendimizi gerçekleştirmeye yaklaşabiliriz. Bu dengeyi kuramazsak kendimizi gerçekleştirmemiz mümkün olamayacaktır.



6 Ağustos 2017 Pazar

Psikoloji: Depresyon Günlükleri

İki yıl öncesine kadar gayet zayıf bir kadındım ben. Zayıf ve mutsuz. Özsaygısını yitirmiş, fazlasıyla incinmiş, hayattan bir beklentisi olmayan (kalmayan) bir kadın. Üstelik henüz 25 yaşındayken! Henüz mesleğimle kendimi yoğurmamış, henüz kendi derdime çare olamıyorken… 

Sonuçta psikologların da “önce insan” olduğu unutulmamalı; sanki doğaüstü varlıklarmışız gibi bizden beklentisi aşırı yüksek insanları hiç anlamıyorum zira.

Büyük bir bunalımın içerisine adım adım giriyordum. Sanki bir bataklık beni içine çekiyordu ben farkına varmadan. Hoş, ben bunalım sürecinden bahsediyorum şu an ama o düpedüz depresyondu. İçsel sebeplerden değil, aşağılanmış, örselenmiş, psikolojik manipülasyonlara maruz kalmış olmanın neticesini yaşıyordum kendi iç dünyamda. Gerçekten berbat hissediyordum kendimi.

Depresyon dendiğinde hayattan hiç zevk alamama, yeme-içmeden kesilme, uyuyamama gibi belirtiler geliyor ya hani akla ilk olarak. İşte bu belirtiler aslında “tipik depresyon” belirtileri. Bir de bunun “atipik depresyon” boyutu var ki, aşırı yemek yeme, aşırı uyuma ama yemeye de uykuya da doymama halini içinde barındırıyor. Yani psikolojik açlığı diğer fizyolojik ihtiyaçlarını aşırı doyurarak karşılamaya çalışma bozukluğu. Benim durumum tam olarak buydu. Bu duygusal çöküntüden kurtulmanın yolunun ise bu duygusal manipülasyonlara kendimi daha fazla maruz bırakıp kendimi hissizleştirmek olduğunu sanıyordum. Denedim de bunu. Sonunda duygusuz, her şeyi değersiz bir obje gibi görmeye başlayan bir robota dönüştüm. Mutlu muydum? Hayır. Eğer ki antidepresan tedavisine başlamasaydım 2 yıl önceki travmalarım uykumda benim kendi üzerime çullanıp da kendimi yastıkla boğmama bile sebep olabilirdi. Enteresan değil mi? Kendime zarar verirsem bu durumdan kurtulabileceğimi düşünüyordum. Üstelik artık iyice hissizleşmiştim. Sürekli yiyordum. Sürekli uyuyordum. Ne yemeye ne de uykuya doyuyordum. Hislerimi kaybettiğim gibi doyum algımı da yitirmiştim. Farkındalığım sadece içsel huzuruma çalışıyordu. İnsanları kullanmaya başlamıştım. Kendimi çok sevdiğimi söyleyip gittikçe kendimden soğuyordum. Beden algım bozulmaya başlamıştı. Sürekli kilo alıyordum. Kilo takıntısı olan bir annem ve babam olduğundan onlarla geçirdiğim zamanı da en aza indirmiştim. Yemeye devam ediyordum. Aldığım kilolar sinirimi bozdukça daha da yiyordum. Tüm nefretimi, öfkemi yediklerimden ve dolayısıyla kendimden çıkarırcasına… Boyuna yiyordum. Sürekli para harcıyordum. Sürekli kıyafet alıyordum. Gün aşırı. Yetmiyordu. Hiçbir şey bana haz vermiyordu. Kredi kartı limitlerimi zorluyordum. Ben harcadıkça banka, kredi kartı limitimi artırıyordu. Yemek yiyordum sürekli. Kilo aldıkça yeni kıyafet alıyordum. Borç içinde yüzdükçe daha da mutsuz oluyordum. Birden tartıya çıktığımda hayatımda hiç görmediğim bir sayı gördüm. “Hayır, ben kendimi böyle istemiyorum” dedim. Fakat durduramıyordum kendimi.

Kasım ayında başladığım antidepresan benim ruh durumumun benlik saygısı kısmını düzeltmiş ve vücudumu serotonin ile doldurmuştu, 27 yaş sendromuyla birlikte intihara olan meylim ortadan kalkmış gibiydi fakat bir eksik vardı. Beni kendime getiren bir şey olmalıydı. Ve o mucize gerçekleşti. Artık yenilenme zamanım gelmişti. Düştüğüm yerden kalkacak gücü kendimde buluyordum...





*********Devamı Gelecek*********

2 Ağustos 2017 Çarşamba

Sosyal Medyanın Önlenemez Yükselişi

Sosyal medyanın bulunduğu alan ayrı bir dünyadır aslında. İnsanlar bunu daha çok kendilerini göstermek için kullanıyorlar. Çünkü kendi dar alanlarından, çevrelerinden daha geniş kitlelere açılan bir kapı görevi görüyor sosyal mecralar. Topluluk içerisinde fark edilmeden hayatını sürdüren bir birey olmaktansa kendi özelliklerini gösterebileceği, kendini sergileyebileceği bir alan arıyor insanoğlu. Misal üniforma gerekliliği olan ortamlarda insanlar ayakkabısıyla, takısıyla – forma içinde yer almayan herhangi bir parça ile – “ben farklıyım” algısı yaratmaya çalışmakta. Çünkü çoğu kişi sıradan olup, sıradanlık içerisinde fark edilmeden yok olup gitmek istemez. Sayılı kişidir görünmez olmak isteyen; ben etliye sütlüye dokunmayayım, kimse de bana karışmasın diyen. Zaten üniforma mantığı da insanları tek tipleştirip onların üzerinde kolaylıkla hâkimiyet kurma amacıyla tasarlanmıştır. Nazi zamanlarında Almanya gelsin aklınıza. İnsanları sıradanlaştırıp, düşüncelerini de belli kalıplara sokmak amaçlanarak tek bir kişinin ve onun ekibinin liderliği söz konusu olmaktadır. İlk ve orta dereceli okullarda okuduğunuz zamanlarınız gelsin aklınıza. Hepsi aynı mantık.

Günümüzde ise artık herkes kendisini olduğu veya olmak istediği şekilde kendisini yansıtabileceği, dilediğince paylaşımlar yapıp insanların beğenilerini toplayabileceği bir platform öbeği söz konusu. Her ne kadar her şey sanal da olsa insanlar yaşarken görmedikleri ilgiyi ve sevgiyi dijital platformlarda görmeye devam ettikleri sürece sosyal medyanın önlenemez yükselişi devam edecektir. Çünkü insanlar “ben sevilmeye değerim” algısını sosyal mecralarda yaptıkları paylaşımlarda topladıkları yorum ve beğenileri birbirlerine göstererek sağlamlaştırabileceklerine inanmış durumdalar. Ne kadar doğru ne kadar yanlış tartışılır. Ama yaşadığımız dünya ne kadar bizim yaşam alanımızsa sanal dünyanın da o derece yaşadığımız alan olduğunu unutmamamız gerekir.



Nasıl ki daha önceki yıllarda Google veya yandex gibi arama motorları yerine bilmediğimiz bilgileri ansiklopedilerden araştırıp buluyorsak, günümüzde en ufak bir bilinmezi çevrimiçi arama motorlarına sorarak öğrendiğimizi unutmamalıyız. 


28 Temmuz 2017 Cuma

Giyim Psikolojisi

Kıyafetler, insanı rezil de eder vezir de.
Vücut hatlarınıza uygun giyinmek ayrıdır, tarzınızı oluşturup o doğrultuda giyinmek ayrı. Ama en önemlisi zevk sahibi olmak.
Zevk sahibi değilseniz istediğiniz markadan dünyalar kadar para döküp kıyafet alın, yine de bir şey ifade etmez. Çünkü onu taşıyabilmektir marifet. Yerine uygun giyinmek ise bu durumun olmazsa olmazıdır. Sonuçta abiye bir kıyafetle spora gidemeyeceğiniz gibi askeri üniforma ile de plazada iş toplantısına gidemezsiniz. Yani gidersiniz de gülünç duruma düşersiniz işte. Bu sebeple giyim psikolojisi diye bir kavramın olması gerektiğini düşünüyorum.
İçinde kendinizi rahat hissetmediğiniz veya beğenmediğiniz halde zorunluluktan giydiğiniz bir kıyafet ile sokağa çıktığınızda kendinizi tedirgin hissediyor oluşunuz bunun bir kanıtıdır aslında. Tamam, giyime harcayacak belli bir bütçeniz yok diyelim; o zaman bütçenize uygun butikler var, pasajlar var. En olmadı semt pazarları var. Bazen gerçekten çok hoş parçalar karşımıza çıkabiliyor semt pazarlarından. Üstelik her yaşa her beden ölçüsüne her giyim tarzına uygun geniş seçeneklerle karşılaşabilirsiniz oralarda.
Alışveriş yapmak bir hobi olmadığı gibi “kendinizce” güzel giyinmek de bir zorunluluk değildir. Benim bahsettiklerim hayata dair küçük dokunuşlar sadece. Önce kendinizi önemsemeli ve ciddiye almalısınız ki hayat görüşünüz, kişisel birikiminiz ve ilgi alanlarınız paralelinde bir görünüme sahip olasınız.
Stilinize güvenmiyorsanız bu konuda profesyonel hizmet veren kişilerden destek alabileceğiniz gibi günümüzde artık herkes (Bu Tarz Benim, İşte Benim Stilim, Gardrop Savaşları vb. tv programları sağ olsun!) moda konusunda az-çok yetkili olduğundan mağaza personellerinden veya moda bloggerlarından da yorum isteyebilirsiniz.
Önemli olan, önce kendinizi sevin ve beğenin sonra da bunu kendinize kanıtlayın!
Bol bol kitap okuyun, gezin, fotoğraf çekin, eğitimlere katılın ama katılmış olmak için değil; kendinize bir şeyler katmış olmak için yapın bunları.



6 Haziran 2017 Salı

Kara Kutu

Hani böyle insanın dibe battığı ve o bataktan çıkamayacağına inandığı zamanlar olur ya bazen. İşte ben o dipte hayatımın sonunu bekliyordum. Hayatla bu derece dalga geçiyor oluşum bu yüzdendi. Birden silkindim ve kendime geldim. Aslında bu hayata kendi isteğimle dünyaya gelmediğimi ama sonumu kendimin getirebileceğime inanıyordum oysa. Bütün planlarım bu yöndeydi. İnsanlar üzülür, geçer, zamana bırakılınca da unutulur, biter diyordum. Kendimce kendi aptallığıma kılıf arama yolları işte… Umutsuzlukta boğulup giderim diyordum ki dostlarım beni kendime getirdi. Öyle bir durumdaydım ki kendimi görebilmek için gün be gün solan yüzümü inceliyordum. Her gün bir selfie çekmek veya içimde biriktirdiklerimi yazmak bu durumdan uzaklaşmanın ve aynalama yapmamın yegâne yollarıydı. Henüz terapist değildim. Titrim sadece “öğrenci” idi. Kendimi sevgiye layık görmüyordum belki de. Beni sevenlere ise “yazık, beni uğurladığınızda çok üzülmeyin olur mu?” dercesine bakıyordum. İnsanlarla göz göze gelmek istemiyordum. Dostlarım vardı benim ama. İyi ki de varlardı. Eğer ki Özlem hocamla ve onun bana yazdığı reçete ile karşılaşmasaydım bugün burada olmazdım belki de. İçinde bulunduğum girdabı anlattığımda kendisinin gözlerinin dolduğunu görüşüm benim insani duygularımın da olabileceğini hatırlattı. Yıllardır öfke ve nefret dışında bir duygu taşımayan ben, sevgi dilenip de gerçek anlamda karşılığını alamadığına inanan ben, gözyaşlarımın tuzunu sevdim. Hayata yeniden gözlerimi açışım her sabah Lustral’i yutmaya başlayarak oldu. Ve o süreçte şarkılarla dertleşmeyi, konuşmayı kendime adet edinmiştim. Tek renk vardı o da gri bir zemin. Yani gökyüzü. Bir de gece vardı tabi. Gece siyah ve yıldızsız… Sadece karanlık. Oysa yıldız bendim eskiden. Dövmesini bile yaptırmıştım zamanında!

“Çimenler fillerle de güzel 
Kalbin korkularıyla cesur…”

Kalbim hiç olmadığı kadar cesur artık. Her ne kadar kaybetmekten korksam da içimi titreten bir aşk var. Sevgilime yaşama sevincimsin diye boşuna demiyorum. Öyle güzel zamanda geldin ki sevgilim. Hayatıma hoş geldin…

“Bir yerden aşağı,
Çok aşağı düştüm
Zaman, solgun sessiz gri bir koridordu
Orada çok üşüdüm,
Çok üşüdüm…”

Artık üşümüyorum. Korkularımı kara kutuya koydum. Ve o kutu gömüldü suların derinliklerine. Karabasanlar son buldu. Yeşillikler göğün maviliğine karışıyor artık alabildiğine…

“…Binbir çıkmaza çıkan daracık koridorlarınızdan,
Hele döl tutmayan zihni kaygan yatak odaklarınızdan
Çok sıkıldım…”

Diye diye şarkılar söyleyen nefretini ne kadar kussa da öfkesi dinmeyen kızı sakinleştirdi bu aşk. Hayatımı gök gürültülerinden arındırdım “gök nerede” diyip göğün gökte olmadığını iddia etmeyeceğim artık. Mavi var. Renklerin her birinin ayrı bir anlamı var. Kırmızılar yeniden alabildiğine canlı. Kiraz gibi, çilek gibi…

“Gözlerin şen çoçuk sesleri açıyor
Gözlerin yelkeninim fenerleri
Bir sana titriyor gönüllü yaprağım
Ellerim bir seni terliyor
Sana içlensin şimdi o melekler
Sende dursun akrep ve yelkovan

İçimdeki en acı suların bile şimdi bir tadı var”



**

5 Haziran 2017 Pazartesi

Pişman Olduğun Zaman...

Hiç aklımda yokken karşıma çıktı bu şarkı Youtube'da. Dondum kaldım. Sezen'den dinlediğimde niye bu kadar etkilememişti ki beni?
Bilmiyorum.
Zırhımı çıkarıp aşk karşısında çırılçıplak kaldığımdan belki de. Korunmaya muhtaç bir çocuk gibi hissediyorum bazen kendimi. Bazen durduk yere gözlerim doluyor. Sebepsiz...
Bulutlara dönmeyeceğim. Güneşliyim artık. Parçalı bulutlu değil. Gözlerim nefretle değil, sevgiyle bakıyor.
Gelelim o şarkının sözlerine:

"...Yolun zorunu yürümüştüm ben 
Tanıştığımız zaman 
Sen dalgalanmaktaydın elvan elvan 
O yüzden tam olarak hissedemedin sen içimi 
Hala aklımda çınlıyor alaycı kahkahan 

Haberin yoktu henüz cilvesinden aşkın 
Sarsılmıyordun hiç ay tutulmasından 
O kadar taşkın o kadar açtın ki 
Düşmen kaçınılmazdı arzın ortasından 

Pişman olduğun zaman 
Zevke doyduğun zaman
Huzur bulduğun zaman 
Dönebilirsin 

Ben yine burada olacağım 
Yaralarını saracağım 

Seni anlayacağım..."

Aşk Tesadüfleri Sever filminde Özgür'ün yani (Mehmet Günsür'ün)"sen ne karar verirsen ver, ben seni anlarım" demesi geldi aklıma.
Aşk diyince de aklımdan hiç çıkmayan canımın en içi sevgilim geliyor aklıma...
Sanırım bu hayatta en mutlu olmasını istediğim kişi o.
Üzüntüsü üzüntüm, kırgınlığı kırgınlığım oluyor.
Söylerlerdi de inanmazdım. Gerçekten sevgi varmış. Aşık iki insan birbirine tam anlamıyla değer veriyormuş. Bana bunları öğrettiğin için teşekkürler sevgilim!

4 Mayıs 2017 Perşembe

Gözü Kör Olasıca Şarkılar

Hayatımın “Bir gülüşün var ki kaş çatar gibi, en sıcak sözlerin azarlar gibi…” evresini çoktan geçtim.
Miladım oldu, mutluluğumla tarih yazıyorum. “Korkusuzlar da korkar” yazmıştı bir yere hayatımın anlamı, oysa en çok ben korkuyordum sevdiğimi kaybetmekten. Ne de olsa “en değerlim” o benim.
“Uğrunda yüz kere bin kere ölmeli, cehennemde bile zulmetsen de…” demiş Nazan. Şimdilerde ise (2 sene önce çıkardığı albümde yani) Mabel’im Matiz’im söylüyor. Sevmeyi bilmiyorum ben. Yeni yeni öğreniyorum aslında. Nasıl da korkardım bağlanmaktan, birine bağlı kalmaktan… Sevince, sevildiğini bilince, güvenince ve sana güvenildiğini bilince bağlanma gibi bir problem de kalmıyormuş ortada.
Ama halen korkuyorum kalp kırmaktan, üzmekten, paramparça etmekten. Bazen korkuyorum kendimden.  Peki o benim “uğrumda yüz kere, bin kere ölür mü; cehennemde bile zulmetsem de?...”
Bir şarkıyla başladım bu yazıya, aynı şarkıyla noktalayayım o vakit: “Hiç bağlanır mıydım çocuklar gibi, Ah bu şarkıların gözü kör olsun!”

Birlikte konserlere gitmeli, sarmalı, sarılmalı, sevdiğinin ellerini hiç bırakmamalı…
Mabel'in seslendiği gibi "gel...!"

3 Mayıs 2017 Çarşamba

Hadsizlik Had Safhada!

Terbiye, parayla pulla alınmıyor ne yazık ki. İnsanın kendini yetiştirme şekli bir bakıma… Kitap okumak, çok gezmek, kendini yetiştirmek, azla yetinmemek, kaliteli popülasyonlar içerisinde bulunmak veya o kaliteyi kişinin kendisinin yaratması ile mümkündür terbiye. Öyle hiç kitap okumayıp kendince(!) övünerek “ben hayatımda hiç kitap okumadım” diyen birisine saygı duymamı beklemeyin benden. Aynı şekilde bulunduğu ortamın gerektirdiği şekilde giyinmek de terbiye göstergelerinden birisidir. Misal ribanaları lastikli bir eşofman giymiş birisi benimle görüşmeye gelse kendisine zerre saygı duymam, duyamam kusura bakmasın. İzin almadan bir başkasının malını, mülkünü sahiplenmek ise kişinin özel hayatına tecavüz etmek gibidir. Böyle kişileri olası en sert biçimde uyarmanız sizin hakkınızdır. Benim hassas olduğum ve sinirlendiğim noktalar bellidir. Hiçbir zaman da kendi çizgimi bozmadım bu hayatta. Kişisel bakımına özen göstermeyen, düzgün giyinmeyi bilmeyen, kitap okumayan, genel-kültürü yerlerde sürünen ve bu haliyle kendisiyle gurur duyan egonun vücut bulmuş halleri çekilebilirler mi kendi köşelerine? Hatta öyle bir köşe olsun ki bu, mümkünse hep oralarda sığıntı olarak yaşasınlar da benim seviyeme yükselme cüretini göstermesinler. Zira gerçekten çok sinirlenebiliyorum hadsiz insanların var oluşuna. Çünkü bazı kişilerin varlıkları bile beni sinir etmeye yetiyor. Bazen bir ses tonu, bazen kullandığı edepsiz kelimeler, bazen bakımsız bir dış görünüş, bazense haddini aşan bakışlar… Lütfen herkes dengine göre davransın.

28 Nisan 2017 Cuma

Bu da Böyle Bir Anı

Sezen Aksu "Bırak Beni" şarkısında "ben ayrılamam sen beni bırak" diye sesleniyordu. Ben de 1 haftadır ara vermiştim bu şarkıyı dinlemeye. Beni alıp nerelere götürüyorsa bu şarkı işte... Her neyse çok da uzaklara değil aslında sadece 1 sene öncesine gidiyordum önceleri. Şarkının sözleri çok anlamlı, çok dokunaklı. Fakat ben bu şarkıyı Sezen'den değil de Tan'dan dinlemeyi seviyorum. Belki de Tan'ı sevdiğim içindir. Çok önemli mi? Değil. 

"Ben ayrılamam sen beni bırak" demektense "ben senden çoktan gittim, yalnızlığına selam" diyesim geliyor. Çünkü "gerçekten" sevmeyi öğreniyorum neredeyse son 1 aydır. Günlerim pırıl pırıl.

Beni sosyal medya hesaplarında bunca zamandır takip edip de vedalaşmaların ardından takibi bırakmayıp 3 hafta öncesinde takibi bırakıp "böyle olması gerekli değil mi?" diyene "sen de haklısın be kardeşim!" diyesim geldi. Sevmeyince böyle oluyor demek ki. Aklıma geldikçe de gülüyorum. Her neyse sana uğurlar olsun. Mutluluğumuzla zehirlemeyelim seni, yalnız kovboy! Bir daha da görüşmemek dileğiyle... 

18 Nisan 2017 Salı

Psikoloji: Bağlanma Korkusu

0-2 yaş arası bebeklik çağında ebeveyn/caregiver - bebek arasındaki ilişki ilerleyen dönemlerde kişinin bağlanma/bağımlılık düzeyine etki etmektedir.
Bakıcı kişiden güvenli bağlanma ve koşulsuz sevgiyi alan kişilerde bağlanma veya bağımlılık açısından ilerleyen yaşlarda herhangi bir sorun olmadığı belirtilmektedir. Bu yaşlardaki sevgi göstergesi biraz şefkat biraz da beslenme olarak karşı tarafa aksettirilmektedir. Fizyolojik ve emosyonel beslenme dediğimiz bu durumların aşırı doyurulması da yetersiz doyurulması da kişinin yetişkinlik çağında çevresindeki her şeyle (kişilerle, nesnelerle) kurduğu ilişkilere yansımaktadır. Özellikle tutarsız sevgi göstergesine maruz kalan çocukların ilerleyen yaşlarda borderline eğilim göstermeleri mümkündür. Bu noktada anne-kız ilişkisi mühimdir. Öte yandan bağlanma-fobi de bu şekilde gelişim göstermektedir.
Bazı durumlarda ise bağlanma korkusu öğrenme ile pekişen bir durumdur. Bir çeşit savunma mekanizması işlevi görmektedir. Uzun süre kendini kendinden olmayan her şeye kapayan insanlarda kalıcı bir kişilik bozukluğuna ek olarak bağlanma korkusu gelişmektedir. Özellikle obsesif kişilik yapısına sahip olan kişilerde bağlanma problemlerine oldukça sık rastlanmaktadır. Obsesyonlar kişinin kendisini korumaya yönelik davranışlar sergilemesine yöneliktir.

Bu kişilerin şu davranışları özellikle dikkat çeker:
-Çok kabayken bile çok kibar olurlar.
-Yalnız uyumayı severler.
-Hayatlarına kalıcı kişileri almaktansa yüzeysel ilişkiler kurmayı tercih ederler.
-Karşı cinsle olan ilişkileri genelde fiziksel ve yüzeyseldir.
-Seviştikten hemen sonra bütün kanıtları ortadan kaldırırlar. Çarşaf/havlu gibi malzemeleri apar topar çamaşır makinesine atıp makineyi hemen çalıştırırlar. Aşırı eğilim sergileyen kişilerin bu malzemeleri çöpe atıp çöp torbasını da dışarıdaki çöp konteynırına attığı gözlemlenmiştir.
-Hatırlatıcılardan daima uzak dururlar.
-Hayatına giren kişileri kendi isteklerine göre kullanma eğiliminde olurlar.
-A-B-C planları yapıp bir sonraki adımı hesaplama gayreti içindedirler.
-Kafalarının net olmasını isterler.
-Duygusal bir şeyler hissetmeye başladıkları anda kendi kabuklarına çekilip bu hissiyatları geçinceye kadar münzevi bir hayat yaşamaya çabalarlar.
-Hayatlaında kalıcı olacak hiçbir şeye tahammülleri yoktur.
-Bazı şeyleri düzeltmektense doğrudan onlardan uzaklaşmayı veya kurtulmayı tercih ederler.
-Oldukça manipülatif olup çevrelerindeki kişilere duygusal istismarda bulunurlar.

Bu kişilerin yaklaşık 1 sene boyunca bilişsel davranışçı terapi desteği alması gerekmektedir. Çözülmemiş yas süreci, anksiyete, obsesyon, travma sonrası stres bozukluğu tedavi yöntemlerini de içine alan bir süreçten geçirilerek eklektik bir yöntemle komorbit hali çözümlemek mümkündür.

7 Mart 2017 Salı

Canın Sağ Olsun İstanbul!

Renkli bir dünyaya açılan kapıdan geçtim. İsli duvarlara bakarken zihnimden geçenleri toparlayamıyordum. Sanki manyetik bazı güçler benim düşüncelerimi kontrol altında tutmak ister gibiydi. Yalpaladım. Odanın içinde gezinmeye devam ediyordum. Duvarlara yapıştırılmış olan gazete kâğıtlarını gördüm. Üçüncü sayfa haberleri ile kaplı dört duvar arasında manşetleri okurken buldum kendimi.

-Eski karısını 4 bıçak darbesi ile öldürdü.
-Çıkma teklifini kabul etmeyince benzin döküp yaktı.
-23 kişinin tecavüzüne uğradı.


Vahşet çağrısını nasıl da duymuyordu bu insanlar? Her şeye umarsızca kapamıştı gözlerini herkes. “Her”ler “hiç” leri kovalıyordu adeta. Utandım. Utanıyorum. "Bana dokunmayan yılan bin yaşasın" sözünün ardına sığınanlar küstürdü beni hayata. Bu duyarsızlıklara şahit olmaktan, bir şey yapamamaktan, elimden bir şey gelmiyor olmasından utandım. Duygusuz gözlerle etrafı incelemeye devam ettim. Dalga sesleri yankılanıyordu evin bahçesinde. Terasa çıktım. Çatı katı manzarasında etrafa şöyle bir alıcı gözle bakayım dedim. Bu gözler görmek istemediği nelere şahit olmuştu şu 27 yıllık ömrü hayatında. Benim yaşadıklarımı bir başkası yaşamış olsa belki de çoktan kendini boğazın serin sularına teslim etmişti. Ama ben Anadolu yakasından Avrupa yakasına –tüm risklerine rağmen- yüzerek geçmeyi tercih etmiştim. Zoru severim, bilen bilir. Kalbim bir çöp yığını ile dolu olduğu halde. Ben anılarına bağlı bir insanım. Romantik olmayabilirim ama nefes olduğum müddetçe duygularımla varım. Sadece hayat köreltti içimdekileri. Geriye kalan sadece kırıklıklar, kırgınlıklar oldu. Kimseyi ayıplamadım, kimseyi de yasaklamadım kendime. Sevdiğime de sevmediğime de sevemediğime de pişman olmadım. Pişmanlıklar bana göre değildi çünkü. Hayatıma değen insanlara verdiğim değerdi onları benim için bu derece mühim yapan. Kimisi teğet geçti hayatıma, kimisi geldi merkezine oturdu da kovamadım oradan. Her neyse… Hepsi geldi geçti. Ne büyük şehirsin sen İstanbul! Kimleri uğurladın sonsuzluğa, kimleri kahrettin, “her”leri “hiç”liğe mahkûm ettin. Senin de canın sağ olsun!
Suçlu İstanbul değildi, lakin hep İstanbul suçlandı bir tebessümle insanları selamladığı halde...


6 Mart 2017 Pazartesi

Tanrı Unutmuş Olsa da Olmasa da...

"Tanrı unutmuş olsa da...
Vurdurma vur yüreğim vur
Olan olmuş ne olur
Hayata bir daha vur..." diyordu Sertab,

Ama benim için esas nokta;

"Tanrı" unutmuş olsa da
Tanrı "unutmuş" olsa da
Tanrı?...

"Vur hayata, bir de sen vur" derken
Hayat sana vurmasın mı ansızın...

Hayat ve Tanrı eşleşmesinde
Hangimiz sonsuzuz ki,
Yanlış giden bir "şey"ler var sanki...

Olanlar olduktan sonra
Sen beni görsen ne olur,
Görmesen ne olur;
Bu yazdıklarımı okuyorsan
Okuyup da susuyorsan ne olur?

Sonuçta Tanrı unutmuş olsa da
Olmasa da
Değişen ne olur ki?
Tanrı?

Sorun bizde mi yoksa onlarda mı?
Onlar kim, biz kimiz,
Bu ayrımı yaratan Tanrı mı?
Sorgusuz sualsiz inanmamak ne zaman sorun oldu ki?

Sorun?
Sorunu tanımlayın siz bana önce bir.
Siz-biz var-mış 
Bir varmış, bir yokmuş.
O zaman haydi sorun Tanrı'ya...

9 Şubat 2017 Perşembe

Bodur Cadı

Bir Bodur Cadı var ki hayatımda... Hayatımda dediysem iş yaşantımı kastetmiştim. Nihayetinde hayatım iş olmuş durumda. Yine de asla asosyal bir kadın olmadığım için tamamen işkolik olmadığım her halimden belli oluyor olsa gerek. Olmalı çünkü. Her neyse... Öyle çirkef, çingene bir zat ki bu ona Bodur Cadı adını koydum. Çünkü boy desen boy yok. (Benden kısa yani!) Yaşı desen almış başını gitmiş. Teyze olacak yaşta olmasına rağmen nişanlısı bile onu terk etmiş zaten. Dayanamamıştır ona daha fazla. Bodur Hanım'a iş dolayısıyla "Hanım" diyerek hitap ediyor olsam da o avare bir lakırtıyla sadece adımı telaffuz ediyor. Haddini bilmeyen bir zat işte, ne olacak! Ben ki 3 üniversite bitirmiş biriyim. Kendisi zar zor abidik kubidik bir üniversiteden uzaktan eğitim mezunuymuş! Yani onun benimle denk olabilmesi imkansız gibi bir şey. Ama cehaletinden cesaret alarak kendini bir halt sandığından edepsizliği iyice eline almış durumda. Bu arada "Cadı" deyince aklınıza sakın ola ki Tolga Abi'nin Hugo'sundaki yeşil gözlü, siyah saçlı, kavisli kaşları olan afet-i devran Cadı Sila gelmesin! Çünkü o gerçekten de Gothic Kraliçe, idol gibi idol. Güzellik abidesi.
Ama burada benim mevzu bahis ettiğim Bodur Cadı, dünyada tek kadın kendisi kalsa yüzüne bakılmayacak cinsten. Üstelik saygısız, ukala, cahil, görgüsüzün teki. Kelimelerin anlamlarını bile bilmeden kendisinden kat be kat üstün olan kişiler aleyhine konuşma gafletine düşen biri. Bir zavallı. Ona hayatta başarılar dilemiyorum, çünkü ASLA başarılı olabileceğini sanmıyorum!